Yazılarımı düzenli izleyenlerin fark ettiği gibi seyahat etmeyi çok severim. Bu seyahatlerimde de ağırlığı doğa ve kültür ağırlıklı gezilere yer veririm. Gelişmiş ülkelere yaptığım seyahatlerde tüm organizasyonu kendim yaparım. Ancak, gelişmekte olan ülkelerde belirsizlikler, hatta kötü sürprizlerle karşılaşmak olası olduğundan, bazen iyi bir yerli veya yabancı seyahat acentasının organizasyonunu tercih ederim.
Haziran 2004’te de kültür turizminde iyi bir isim yapmış olan bir Türk seyahat acentasıyla Peru ve Bolivya’ya iki haftalık bir seyahat yapmıştım. Oldukça ilginç bilgiler ve deneyimlerle döndüğüm bu seyahatin tepe noktası doğal olarak Peru’daki Machu Picchu olmuştu. Ayrıca, kısa da olsa Amazon nehrinin kollarından birinin kıyısında yapılan konaklama da ilginçti. Ancak, 12 Haziran 2004’te, 49. yaşgünümde başımdan geçenlerin benim için ayrı bir özelliği var.
12 Haziran’ın uzun bir gün olacağı zaten gezi programına bakıldığında hemen anlaşılıyordu. 11 Haziran akşamı saat 23:00’te çok uzun bir yolculuktan sonra Titicaca Gölü kıyısındaki Puno kentinde Libertador otelindeki odamıza yerleşmiştik. Rehberimiz, geç yenen akşam yemeği esnasında, sabah 04:00’te kalkmamız gerektiğini, zira Titicaca üzerindeki sazdan yapılmış yüzen adalara gün doğarken varmamız gerektiğini hatırlatmıştı.
Nitekim sabaha karşı otobüse doluştuk ve yola çıktık. Güney Amerika’nın en büyük gölü olan ve denizden 3812 metre yükseklikteki Titicaca’nın kıyısına vardığımızda motorlara bindik ve sahilden 5 km kadar açıkta olan sazdan yapılmış adalara ulaştık. Gölün üzerinde yüzün üzerinde yüzen ada vardı. Bu adalarda Uros isimli bir halk yaşıyor ve bu adaların sürekli bakımını yapıyor. Adaların üzerinde sazdan evler ve turistlere satış yapan yerler kurmuşlar.
Titicaca Gölü’nde Yüzen Adalar
Bu arada hemen bir parantez açayım ve dünyadaki diğer yüzen adalarının Erzurum’un Tortum İlçesi yakınlarındaki Zökün Gölü’nde olduğunu da belirteyim. Yani illa ki yüzen ada görmek istiyorsanız, yerli ve millisi de var. Taa Peru’ya gitmek zorunda değilsiniz.
Yüzen adalardan sahile döndükten sonra otobüsümüzle yola çıktık. Titicaca kıyısında uzanan bir yolda iki saatten fazla yol gittik ve Bolivya sınır kapısına ulaştık. Programa göre sınırı geçtikten sonra Coppacabana kentine doğru devam edecek, orada tarihi bir kiliseyi görecektik.
Peru pasaport işlemleri bittikten sonra bir kemerin altından geçerek Bolivya’ya girdik. Taştan bir kulübenin içerisinde iki pasaport memuru bir masanın yanında yayılmış olarak oturuyorlardı. Türk rehberimiz işlemlerin düzgün yapılması için yanımızda duruyordu ama sahne, Türkçe’ye Sonsuz Ölüm ismiyle tercüme edilen, baş rollerini Robert Redford ve Paul Newman’ın oynadığı 1970 yapımı Butch Cassidy ve Sundance Kid filmini anımsatıyordu. Filmin müziği ”Raindrops Keep Fallin’ on My Head” de filmin kendisi gibi klasikler arasına girdi. (https://www.youtube.com/watch?v=hziG9Nr6KHU).
Peru’dan Bolivya’ya Geçiş
Pasaport işlemleri ağır aksak devam ederken, grupta herkes durumun ilginçliğinin farkındaydı. Hatta turun katılımcılarından Hülya Hanım da sahneyi fotoğraflamak istedi. Genelde pasaport memurlarının hiçbir yerde fotoğrafını çekmemek gerekir, ama Bolivya’da hiç çekmemek gerektiğini hemen anladık. Hülya Hanım derhal gözaltına alındı. Türk rehberimizin uzun çabaları ve el değiştiren yeşil renkli kağıtlar sayesinde bir süre sonra serbest bıraktılar.
Sıra Bolivya tarafında otobüse binmeye gelmişti, ancak ortada otobüs filan yoktu. Daha sonra Alman asıllı bir Bolivya vatandaşı olduğunu öğrendiğimiz bir yerel rehber belirdi. Türk rehberimize, koka üreticilerinin iktidar değişikliği talebiyle ayaklandığını ve Coppacabana yolunu taşlarla kapattığını anlattı. O nedenle planlanan güzergahtan seyahate devam edemeyecektik. Zaten sınır kapısından baktığımızda 200 metre kadar ötede silahlı adamların yolu kapatmış olduğu görülüyordu.
Yazının bu aşamasında belki biraz Bolivya’dan bahsetmekte yarar var. Bolivya fiziki ve beşeri coğrafya olarak iki parçaya bölünmüş durumda. Doğudaki Amazon’un bir bölümünü de kapsayan mümbit ovalar ve doğalgaz kaynaklarının olduğu bölge ağırlıklı olarak Avrupalı göçmenler tarafından iskan edilmiş. Bunlar sömürgeci İspanyollar’ın torunları. 1945’ten sonra da Avrupa’dan kaçan pek çok Alman ve Avusturya kökenli Nazi ve aileleri bu bölgede yaşıyor. Anlatıldığına göre bu bölge göreceli olarak yüksek bir refah düzeyine sahip. And Dağları’na bakan ve yüksek bir platodan oluşan batı bölgeleri ise kurak ve mümbit değil. Ayamama’ların ağırlıklı olarak yerleşik olduğu 3000-4000 metre yüksekliğindeki bu bölgede fakirlik diz boyu. Halkın ağırlıklı olarak geçim kaynağı koka bitkisi üretimi. Bu bölgeye Altiplano (İspanyolca yüksek ova) deniyor.
1524-1534 arası İnka İmparatorluğu’nu yıkarak bu bölgeye gelen İspanyolllar, Potosi adı verilen bölgede muazzam bir cevher bulmuşlar. Aslında buldukları 4824 metre yüksekliğinde bir dağ. Adını da Cerro Potosi (Zengin Dağ) koymuşlar. 1700 metre derinliğinde, zirvede genişliği 100 metre, uzunluğu ise üç kilometere olan bir cevher. Bu cevherin %40’I gümüş, önemli bir bölümü ise kalay.
Bu maden sayesinde İspanyollar zengin olmuş. O kadar çok gümüş üretmişler ki, Avrupa ve Çin’de gümüşün değeri düşmüş ve korkunç bir enflasyon olmuş. Ancak, madenlerde köle olarak çalıştırılan yerli halk burada yokluk içerisinde erken yaşta ölmüş. İspanyollar da bu zenginlikten yararlanamayıp, bu büyük serveti büyük oranda Avrupa’daki savaşlarda harcamışlar ve sermaye biriktirerek endüstri devrimini yapma fırsatını kaçırmışlar. O dönem Potosi, Londra’dan sonra dünyanın ikinci büyük kenti olmuş ama, sömürgeci de sömürülen de bu işten yarar görmemiş.
Bolivya bu tarihsel yük nedeniyle hiçbir zaman tek bir ulus olamamış. Ben 2004’te gittiğimde de, hala Avrupa kökenliler tarafından ikinci sınıf halk muamelesi gören yerel halk ayaklanmıştı. Nitekim 2005’te de kendi de bir Ayamama olan Evo Morales iktidara geldi. Şu anda da bu kavga hala devam ediyor.
12 Haziran 2004’e ve Peru Bolivya sınır kapısına geri dönelim. Bolivyalı rehber bize yola devam etmek için yaptığı planı anlattı. Bazı yerel hamalların yardımıyla gizlice Titicaca kıyısına inecektik. O sırada bir hidrofoil (Kanatçıklar üzerinde yüksek hızla hareket eden tekne) gelecek ve açıkta bekleyecekti. Ancak sahile yanaşması mümkün değildi. Biz ufak bir tekne ile sahilden hidrofoile geçecektik.
Küçük Tekneyle Kaçış
Çaresizce kabul ettik. Ellerimizde valizler, vücutlarımızı isyancılara görünmemek için öne eğmiş olarak, köyün evlerinin arasından göl kıyısındaki sazlık alanını aşarak sahile indik. Sahilde uzun bir bekleyişten sonra açıkta bir hidrofoil belirdi. Daha sonra gölün içindeki sazlar arasından bir motor geldi ve hepimiz doluştuk. Sanki kaçak göçmenler gibiydik. Bu arada durumu fark eden göstericiler çok sinirlenmişler ve uzaktan havaya ateş açmaya başlamışlardı. Biraz sonra hepimiz açıktaki hidrofoile ulaşmıştık.
Ancak, bir sorun vardı. Bavullarımız teknenin kısıtlı kapasitesi nedeniyle sahilde kalmıştı. Tekne kaptanı ve tayfalarının geri dönüp bavulları alması gerekiyordu. Ben de bu insanlara çok acımıştım. O aşamada aptalca bir cesaret gösterdim. Ben de yerel halktan olan bu tayfalarla geri dönersem, yabancı olduğumdan dolayı isyancıların tayfalara zarar vermeyeceğini düşündüm. Tekneyle geri döndük, bavulları yükledik ve kazasız belasız hidrofoile ulaştık.
Daha sonra Titicaca Gölü’nde bulunan Ay ve Güneş Adaları’na doğru yola çıktık. Efsaneye göre ilk İnka Manco Kapak’ın karaya çıktığı söylenen Güneş Adası’nda öğle molası verdik ve yemek yedik. Daha sonra tekrar tekneye binip gölün Bolivya tarafında güvenli bir yerde karaya çıktık. Yol boyunca Alman kökenli rehberimiz, sürekli ülkenin yerliler tarafından yönetilmesinin tam bir felaket olacağını anlatıp durdu.
Daha sonra idari başkent La Paz’a doğru karayoluyla devam ettik. And Dağları’nın oluşturduğu muhteşem manzaralarına bakarak hava karardıktan sonra La Paz’a vardık.
La Paz Yollarında -Arka Planda And Dağları
Bir gece evvel 23:00’te yattığımız, sabah 04:00’te kalktığımız, silah sesleri altında gergin bir şekilde tekneye bindiğimiz için perişan bir haldeydik.
La Paz (İspanyolca barış) dar bir vadi içerisine kurulmuş bir kent. Şehir 4100 metreden 2800 metreye kadar değişen bir irtifada kurulmuş. Oksijenin daha az olduğu yüksek irtifalarda yoksul yerli halk, daha alçak irtifalarda ise Avrupa kökenli aileler yerleşmiş. Şehrin kuzeybatısında kurulu olan El Alto kenti ise La Paz’dan daha kalabalık ve tamamen yerli halkın yerleştiği bir bölge. 2004’te kendiliğinden gelişmiş, uçsuz bucaksız bir gecekondu bölgesi gibiydi. 4100 metre yüksekteki La Paz Havalimanı da burada. Dünyanın en yüksek irtifadaki uluslararası havalimanı unvanını taşıyor ve buraya sadece motorları özel olarak güçlendirilmiş yolcu uçakları inebiliyor.
Otelimiz President, vadinin tabanında, Plaz del Obelisco’ya, yani meçhul asker anıtının bulunduğu meydana bakıyordu. Ertesi gün fark ettiğimiz gibi bu anıt da tüm kent sokakları gibi keskin bir şekilde idrar kokuyordu.
Meydana bakan dokuzuncu kattaki odamıza çıktık. Hemen uyumak istiyorduk. On sekiz saattir ayaktaydık.
Ama ne mümkün? Aşağıda dev hoparlörler kurulmuş, müthiş bir kalabalık toplanmış ve Tarkan’a benzer bir sanatçı ve yine onun şarkılarına benzer bir müziği çok hareketli bir şekilde hoplaya zıplaya izliyor ve birlikte söylüyordu. Şarkı aralarında ise ‘Viva Bolivia’ haykırışları ortalığı inletiyordu. Devrim her an kapıda gibiydi. Arka tarafa bakan bir oda var mı diye resepsiyonu aradık ama, tüm odalar meydana bakıyor yanıtını aldık. Gece 01:00 oldu, konser devam, 02:00 oldu devam… Eşim uykusuzluktan ve gürültüden o kadar gerildi ki sonunda kendini kaybetti ve itirazlarıma rağmen gecelikle resepsiyona inip, ’polisi arayın bu gürültüyü sustursun’ diye anlamsız bir şeyler söyledi. Şimdi hatırladıkça güler.
Müzik 03:30’da sona erdi ve yirmi üç buçuk saat sonra 49 yaşını bitirdiğim yaş günüm sona erdi. Herhalde yatakta bayılmıştım.
Uzun süre bu doğum günümü tatsız bir olay olarak hatırladım. Ama bugün tam onyedi yıl sonra geriye baktığımda o günü gülümseyerek anımsıyorum.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.