Doğan Cüceloğlu ile seyahate dair…

Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli bilim insanlarından biri Doğan Cüceloğlu. Kitapları ve konuşmalarıyla toplumumuza önemli katkılar yapıyor. 26 yaşında Amerika Birleşik Devletleri’ne gidip uzun yıllar yaşadı. Habertürk TV’deki Airport Programı’na konuk olan Cüceloğlu, seyahatleri ve uçakta geçirilecek zamanla ilgili Güntay Şimşek’e çok özel açıklamalar yaptı…

Güntay Şimşek: Airport’tan merhaba. Bu hafta stüdyomuzda bir bilim adamını ağırlıyoruz. Ancak oldukça renkli çok gezen seyahatleriyle bilgisiyle bizi aydınlatacak bir hocamız hocam hoş geldiniz.

Doğan Cüceloğlu: Hoş bulduk

GŞ: Ben hayat hikâyenizi bildiğim için renkli olduğunu da biliyorum. Zaten bol da seyahat etmişsiniz hocam. Zannediyorum seyahat sizin hayatınızda çok önemli bir yer tutuyor. Bilmiyorum bilimsel boyutuyla nasıl değerlendirirsiniz ama sizin için ilk seyahat ve yaptığınız bu bol seyahatlerin ne anlamı var hocam?

DC: Ne anlamı var. 1964 yılındaydı benim ilk uçağa binişim. Demek ki 26 yaşındaydım. İlk uçağa binişim. Ozaman Yugoslavya. Roma üzerinden Dubrovnik’e gideceğiz. Pencere kenarına oturmak istiyorum çok. Ama bir hocamla beraberdim ve o pencere kenarına oturmak istedi. İçimde kaldı, pencere kenarına oturamadım. Fakat ben ondan sonra o yolculuğun devamı olarak Londra ve oradan da New York’a geçme durumum oldu. O zaman pencere kenarına oturdum. Londra’da tanıştığım arkadaşlar vardı, bana bir İngiliz ayakkabısı aldılar. Ve ayakkabıyı bağlarken çok sıkı bağlamışım; uçak yükseldikçe şişti. Ondan dolayı olduğunu da bilmiyorum. Ya dedim benim ayağımda sorun var galiba. Sonra aklıma geldi yarı yolda, şöyle bir gevşeteyim dedim. O kadar içim rahatladı ki bu bağdan dolayıymış ve yükseldikçe şişme durumu olur. 7,5 saatte falan gitmiştik New York’a. İndik sonra buradan nasıl çıkacağım ben dedi, kapı gözükmüyor. Meğerse cam kapı varmış. Yürüyünce açılıyormuş. Böyle bakıyorum. Bir tarafa doğru yürüdüm. Böyle ben dururken açıldı. Böyle bir sihir âlemindeymişim falan gibi…

GŞ: Açıl susam açıl!

DC: Yürüdüm. Bir de sonra oradan bir uçağa aktarıldık. New York’tan Washington DC’ye geçeceğiz. Hostes geldi ne içersiniz diye sordu. İngilizcemden de pek emin değilim. Biz de tabii Türk olarak çay dedik. Ve ilk defa hayatımda ‘sıcak mı, soğuk mu?’ diye bir soruyla karşılaştım. Ulan soğuk çay niye istesin insan. Bir de ‘buzlu mu?’ diye soruyor. Icetea diyor. Allah allah ben de merak ettim dedim icetea. Hakikaten icetea geldi. Hiç unutmuyorum bunu. Kadının yüzüne baktım alay mı ediyor benimle diye. Dedim beni Türk mü gördü ne yaptı. Buzlu çay geldi hakikaten.

GŞ: Buzlu çayınızı da içtiniz.

DC: İçtim. Tuhafıma gitti ama içtim hoşuma gitti.

GŞ: Tabii bu ilk uçuşlar ilk tecrübeler unutulmuyor ama ondan sonra da iş farklı boyut kazanıyor değil mi? Alışınca başka şeyler keşfediyorsunuz.

DC: Evet yani benim o artık uçuşlarım falan bayağı sıklaştı; hele bu yaşa geldiğim zaman. Şimdi bu dış yolculuğa çıktığım zaman benim aynı zamanda iç yolculuğum da başlıyor. Onun için pencereden baktığım zaman…

GŞ: Kendinizle baş başa kalıyorsunuz…

DC: Kalıyorsunuz. O bulutların görünüşü; dağlar gibi, ovalar gibi kendine özgü yapısı var. Bambaşka bir âlem. Ve o zaman evrene doğru gidiyorsun. Dünyanın bir toz zerresi gibi olduğu bir evrende ben bu uçakta böyle seyahat ediyorum. Bunun anlamı ne? Aynı zamanda bakıyorum benim kendi içim bir evren. Dertlerim var, kaygılarım var, gelecekle ilgili umutlarım, geçmişle ilgili sıkıntılarım, acılarım var. Onun anlamı ne? Bunları düşünmeye başlıyorsun. O sırada bir ses diyor ki bir şey içer misiniz? Hop uyanıyorsun, bakıyorsun böyle. O yüzdeki gülümsemeyi görüyorsun, ‘ulan samimi mi maske mi?’ diye bakıyorsun. Hepsi öyle karışmış durumda.

GŞ: Şimdi Amerika’da uzun süre kaldınız hocam, yaşadınız. Sık seyahatler ettiniz ve yaşadığınız için de ilk gittiğinizde ve buradan giderken beklentileriniz, yabancı ülke nasıl falan. Oradaki o değişimi nasıl atlattınız?

DC: Yani atlattım mı bilmiyorum ama kesinlikle…

GŞ: Yahut da ne gibi sürprizlerle karşılaştınız?

DC: Yani Güntaycım bir kere Amerika’ya gittiğimde 26 yaşındaydım ben ve oradaki toplumsal yapı ve kültürle ilgili hiç kimse beni hazırlamadı. Zaten ben oraya 2 hafta kalmak için gitmiştim, 4 yıl kaldım. Yani gittiğimde öyle olmadı. Onun için özellikle kız-erkek ilişkilerinde kimse bir şey söylenmemişti. Bir ara bize bakıp gülen bütün kızların bana aşık olduğunu sandım. Ve şimdi izin verirsen anlatayım kısaca. Şimdi University of Illinois’te doktora öğrencisi olarak gitmişim. Dersler başlamış 6-7 hafta falan olmuş. Ekim’in 10’u gibi bir salı veya çarşamba günü, saatin 10 buçuğunda yürüyorum. Nasıl garibanlık var. Her şey yeni ve tuhaf. Ben bir Silifke çocuğuyum netice itibariyle. Sağ tarafımdan bir ses geldi. Nasıl cıvıl cıvıl bir kız sesi. Hey Dogın! Ulan dedim inşallah benimdir. Yani Doğan Dogın uyar birbirine. Döndüm baktım. Yeşil gözlü sarışın, mini şort giymiş bir kız bana bakıyor. Ben miyim dedim? Yes dedi come here! Gel diyor. Ulan ‘bismillah’ dedim, şöyle yürüdüm ortada buluştuk. Dedi sen Türkiye’densin değil mi? Yes dedim. İlk defa Türkiye’den birini görüyorum. ‘Dokunabilir miyim?’ dedi. O zaman içimden dedim ki, Allah garibanı görür. ‘Yes’ dedim ama o kadar hoşuma gitti. Bana dokundu. Çok hoşuma gitti o sıcacık dokunuş. Tam ilaç gibi. Dönüverdi orada iki tane delikanlı konuşuyor birisi uzun boylu onu çağırdı. ‘Hey Brian come here!’ diye

GŞ: Bir de sen dokun diye!

DC: Yüzüme bakınca soruyu gördü ‘onu niye çağırıyorsun?’ diye. Bana izah etti: Brian benim nişanlım, o da Türkiye’den birisini ilk defa görecek. O da dokunsun istiyorum dedi. Brian geliyor, benim içim değişik oldu hemen Brian’ı birader yaptım kızı bacımız yaptım.

GŞ: Toparlandınız…

DC: Adana’da bunu anlatıyorum seminerde. Adanalı dedi ki “hocam o da dokundu mu?” dedi. Çok farklı bir şey, unutamıyorum. Bu birkaç kere başıma geldi. Fark ettiğim bir şey oldu 26 yaşında. İnsan-kadın insan-erkek insan-insan ile konuşabiliyor. Onu öğrendim ve o zaman farklı bir yolculuk oluyor tabi. Evvelden birinin karısının yanında falan çekinerek konuşuyordum. İnsan insana gözleriniz ışıldayarak konuşabiliyorsunuz. Yolculuk farklı oluyor o zaman.

GŞ: Bu süreç ne kadar zamanınızı aldı mesela? Oraya adaptasyon işte her gülenin size aşık olmadığını çözebilmek için…

DC: Yani bu ilk 6 ayda belirli bir düzeye indi, 1 yıl oldu. Ama besbelli ki içimizde derinlerde bazı programlar var. Yani netice itibariyle 3-4 yıla kadar giden durumlar oldu. Ama orada ben toplam 25 yıl kaldım, bayağı değiştim o bakımdan rahat işler hale geldim ve güzel oldu benim için. Kendime özgü keşif yapma yolculuk yapma ve farkına varma durumu oldu.

GŞ: Amerika’yı keşfe çıktınız mı? Orada belirli bir süre kaldıktan sonra özellikle bu kara yolculuğu çok popülerdir. Bilmiyorum karavanla mı yaptınız?

DC: Gariban bir öğrenci olarak benim bir 1967 model Plymouth’um vardı. Onun arkasına çadırımızı koyardık 2-3 öğrenci. Bir Amerikalı bazen Alman öğrenciler, çıkardık 2-3 hafta değişik milli parklarda kamp yapardık. Hakikaten çok büyük bir ülke ve çok güzel şeyler de öğrendik. Amerika’yı hemen hemen baştan uca değişik zamanlarda dolaştım

GŞ: Orada kara yolculuğunun ayrı bir keyfi mi var hocam? Çünkü doğa da çok güzel. Bir de düzen var gittiğiniz yerde sizin ihtiyaç duyduğunuz şeyleri bulabiliyorsunuz. İşte kamp diyorsunuz, milli parklarda aşağı yukarı ortam hazır yani.

DC: Evet hakikaten ortam hazır elektriği suyu düşünülmüş emniyetli. Ama ikaz da yapıyorlar. Mesela Yellowstone park dedikleri yerde arabam sallandı. Arabanın içinde uyuyorum. Arabanın içinde yiyecek bırakmayın dediler pek umursamadım. Arabanın önünde bir baktım ayı. Burnunu sokmuş arabanın şeyinden yiyeceği soluyor falan böyle. Ben bağırınca dönüp gitti. Yani kazalara da sebep olabiliyor. O uyarıları iyi dinlemek ve uymak lazım hakikaten doğanın içindesin. Çok güzel oldu rahat hissediyorsun her yönüyle düşünülmüş. Ve teşvik ediyorlar eğitimsel bir yönü var onun için. Üniversite ve okul öğrencileri şu veya bu şekilde doğayı gezip keşfetme ve doğa sevgisini aşılama bakımından programlar yapmışlar. Çok yaygın…

GŞ: Peki hocam Türkiye’de de böyle doğaya yolculuk yapıyor musunuz? Seyahatleriniz oluyor mu?

DC: Türkiye’de olmuyor. Arkadaşlarım var. Ben Türkiye’de Amerika’da bulduğum özgürlüğü bulamıyorum. Bayağı zaman fakiriyim. Yani sokakta bulan yakalıyor beni. Orada konuşma, burada konferans. Elimden geldiği kadar kitap yazmaya çalışıyorum ama bazen yolculuk yaparken kara yolu ile falan müthiş güzel bir doğamız olduğunun farkındayım. Bu bilinç hakikaten yayılıyor gittikçe. Çok güzel bir ülkemiz var. Belki Amerika’nın 10’da biri bizim ülke ama 4 mevsim yaşayabildiğimiz bir ülke. Ve kışın bile denize girebilirsin, kayak yapabilirsin aynı gün içinde uçağı kullanırsan; yani çok zengin bir ülkemiz var.

GŞ: Biz zaman zaman programda yer veriyoruz. Uçakta nasıl beslenilir, nasıl giyinilir? Uzun uçuşlarda nasıl rahat edilir? İşin sizin cephenize bakan tarafı var hocam bunun bir terapiye dönüştürmek dediniz ya iç yolculuğa çıkmak da mümkün. Mesela buradan Amerika’ya gidiyorsunuz, 12-13 saatlik yolculuk. Bunu verimli bir uçuşa dönüştürmek için sizin açınızdan bir yolcunun ne yapması lazım? Nasıl bir hazırlıkla içe yolculuk yapmalı?

DC: Evet bu çok çok önemli bir soru aslında. Çünkü içe yolculuk yapabilmek için önce içinde yolculuk yapılabilecek bir mekânın olduğunun farkına varmak lazım bir de o yolculuğu yapabilecek bir bilincin daha önce geliştirilmiş olması lazım. Şimdi yalnızlık kavramına girdiğiniz zaman genellikle biz sanıyoruz ki yanında başka birisi yoksa konuşacak, o zaman yalnızsın. Esas yalnızlık kendi içinde konuşacak birisini bulamamak meselesi. Onun için böyle bir yolculuğa çıkıp kendi başına kaldığın zaman o kendi içinde konuşacağın insanı bulmak… O içindeki çocuğa merhaba diyebildin mi, onun hüznü var mı, yok mu? Özlemi, coşkusu var mı? Gönlünün muradını keşfetti mi o, onun için bir şey yapabiliyor mu yapamıyor mu, hayal kırıklığı nerede? Her neyse ona bir merhaba demek, onunla sohbete girmek, bu iç sohbeti yapabilmek çok önemli. Ama buna pek fırsat verilmiyor. Benim insanım çok iyi niyetli. Çok iyi niyetli insanlarız. Farkında değiliz iç yalnızlığımızın. Ondan dolayı iç sohbetimizi yapamadığımızdan dolayı dış sohbetimizi de yapamıyoruz. Ne demek bu? Anne ve baba sürekli nasihat ediyor. Koca bir ağız. Yavrum çalış, önünü ilikle… Sohbet yapmak başka bir şey. Sohbet yapan gözleriyle dinler. En önemli dinleme aracı gözdür. Gözleriyle dinler, ağzı kapanmıştır ve o sohbet içerisinde yaşam dansını çocuğa öğretir. Veya arkadaşına öğretir. Dinlemesiyle yönetmeye başlar yaşamı. Şimdi kendi içinde sohbet bulamamış insan bunu yapamaz mümkün değil. Onun için ben uçağa bindiğim zaman mutlaka bir kalem ve kâğıdım olur; şimdi derim ki neredeyim, temel duygularım ne? Kaygım var mı? ‘Merhaba kaygı’ derim. Ne demek istiyorsun benim için bir şeylerin var mı? Korkularım var mı, coşkum var mı, heyecan var mı? Merhabalaşırız. Onlar kendi içinde sohbet etmeye başlarlar. Aklıma gelen şeyler olur özlemlerimle. Ve o kadar güzel yolculuk olur ki böyle uzun zamandır bulamamışım kendimle sohbet etmeyi. O sırada rahatsız edilmek istemem yani yanımdaki böyle otursun istemem. Evet hemşerim nereye gidiyorsun konuşmasıydı şudur budur. Ya bir dakika sohbet ediyorum şimdi demek çok zor yani. Onun için kendi tedbirlerini falan alıyorsun. Bu benim için çok kıymetli bir şey. Benim kitaplarım o iç yolculuğun sonunda oluşuyor. Yani o iç yolculuk esas benim temel zenginliğim. O nedenle de bazen kitap okuma o kitabı okuma da o yazarın iç yolculuğu oluyor aslında. Yazarın yaşamla yapmış olduğu yolculuk.

GŞ: Belki biraz okuyup, kapatıp oradan hareketle kendi iç yolculuğunuza devam etmek lazım.

DC: Bravo. Aynen bravo.

GŞ: Hiç unutamadığınız bir uçuşunuz var mı hocam, maceralı geçen?

DC: İlk uçuşumu unutamam. Yani 26 yaşındaydım ama benim çocuklarım 3 yaşında uçağa bindiler. Bir fark oluyor hakikaten.

GŞ: Kuşak farkı teknoloji ile tanışma farkı.

DC: Türkiye’de de şimdi artık uçağa binme yaşı bayağı küçüldü ve yayılmış vaziyette.

GŞ: Neredeyse uçmayan kalmadı hocam.

DC: Doğru, haklısınız.

GŞ: Ama şimdi de değişik şeyler teknoloji. Çabuk tanışmamıza sebep oluyor. Belki şimdi yakında uzaya seyahat etmeyenler özenecek. Uçağa biniyoruz ama uzaya gidemedik. Uzay mekiğine binemedik belki 20 yıl sonra…

DC: Ben ilkokul 3’teydim Silifke’de. Komşumuzun biri vardı konuşurlardı. Bu adam İstanbul’u görmüş derlerdi. Silifke’de, İstanbul’da bulunmuş kişi parmakla gösterilirdi. Ve ayrıcalığı vardı hatırlıyorum.

GŞ: Ama siz işi çok daha yukarı çekmişsiniz hocam. Yani Amerika’yı görmekle kalmamış orada yaşamış hayat kurmuş. Yani dünya giderek küçülüyor. Diyorsunuz.

DC: Evet kesinlikle.

GŞ: Hocam programımıza katıldığınız için de teşekkür ediyorum.

DC: Teşekkür ederim davet ettiğiniz için. Umarım beklentinizi karşılamışımdır?

GŞ: Rica ederim hocam, fazlasıyla. Sağ olun.

Exit mobile version