Geçen yazımda Yeni Zelanda’ya varışımı, Christchurch’ü ve bir tur otobüsüyle Güney Adası’nın güneybatısına doğru yolculuğumuzu anlatmıştım. Anlatımıma, bir Yunan kökenli kadının meyve plantasyonunda gördüklerimi anlatarak ara vermiştim. Bugün Yeni Zelanda anılarıma Arrowtown kasabasından devam edeceğim.
Arrowtown, turizm merkezine dönüştürülmüş eski bir maden köyü. Önce şimdiki köyün hemen yanında bulunan Çinli madencilerin yaşadığı yerleri gezdim, ardından köyün meydanında dolaştım.
Günün son durağı Wakatipu Gölü kıyısındaki Queenstown oldu. Yerleşik nüfusu 36,000 olan çok güzel bir kasaba… Etrafı Alp Dağları ile çevrili. Kasaba, doğası ve kayak merkezleri ile çok ünlüymüş. Yüzüklerin Efendisi, Hobbit gibi diziler de çevresindeki dağlar ve vadilerde çekilince turizm iyice patlamış. Kasabanın uluslararası bir havalimanı bile var. Göl kıyısında olması nedeniyle de gemi turu, her türlü su sporu/eğlencesi mümkün. Ayrıca yamaç paraşütü de yapılıyor. Zirvelerden birine teleferikle de çıkmak olası.
Kordonda, iskele civarında ve dükkanlarla dolu sokaklarında epey dolaştım. Refahın yüksek olduğu bir yer olduğu hemen kendini belli ediyordu.
Her Avustralya ve Yeni Zelanda yerleşim yerinde olduğu gibi, burada da bir ANZAC anıtı vardı. Çanakkale onlar için çok önemli. Her iki ülkede de ulus bilinci, Çanakkale Savaşları’nda İngiliz subayların Türkler’e karşı kendilerini anlamsız bir şekilde dalgalar halinde taarruzlar yaptırarak ölüme sürüklemesiyle oluşmuş. Kemal Atatürk’ü ise herkes tanıyor.
Queenstown’da çarşı içerisinde dolaşırken bir Türk kebapçı görünce çok şaşırdım. Uğrayıp merhaba dedim. Onlar da çok şaşırdılar. Sahibi 21 yıl önce eşiyle gelmiş. Nedenini pek anlatmak istemedi. Aslen Konyalı’ymış. Üç yıl evvel yeğenini de buraya getirtmiş. O da daha önce İstanbul-Fatih’te yaşarmış. Başı klasik türde bağlı bir genç kız da vardı. Sonra adamın oğlu da dükkana geldi. Israrla döner ikram etmek istediler. Ben dondurmayı tercih ettim. Biraz oturdum, sohbet ettik.
Buraya gelmenin en kısa yolunun Emirates ile Dubai-Brisbane-Queenstown olduğunu anlattılar. Yedi yılda bir Türkiye’ye gidebiliyorlarmış. Yol 36 saat sürüyormuş ve tabii oldukça pahalıya mal oluyormuş. (Emirates yakında Dubai’den Yeni Zelanda’ya direkt uçmayı da planlıyor. Süre kısalacak ama fiyat pek değişmeyecektir.)
Dükkanlarına ilk girdiğimde konuşmaya Türkçe başlamış, ancak karşımdakilerden hiçbir tepki alamamıştım. Sonradan, beni kılık kıyafetimden yabancı sandıklarından Türkçe konuşmamı algılayamadıklarını gülerek izah ettiler.
Geceyi Queenstown’da geçirip sabah Milford Sound’a doğru hareket ettik. Milford Sound’un dünyanın doğa harikaları arasında olduğunu buraya gelmeden önce okumuştum. UNESCO’nun da dünya mirası listesinde yer alıyor.
Yola çıktığımızda hava soğuk ve kapalıydı. Üstüme hem uzun kollu gömlek, üstüne polar, hem de rüzgarlık giymeme rağmen ancak üşümüyordum. İlk hedef Te Anau 2,5 saat sürecek dendi.
Yolda yine pek çok koyun çiftliği gördük ama başta Angus olmak üzere büyükbaş hayvan da çok boldu. O gün herhalde on binlerce koyun, binlerce sığır gördük. Ayrıca geyik de yetiştiriliyormuş.
Merinos ve Angus gibi, geyik de buralara 1800’lerde İskoçya’dan getirilmiş. Bir kısmı doğada yabani olarak yaşıyormuş. Yeni Zelanda’da doğal düşmanları olmadığından nüfusları çok artmış, o nedenle avlanması da serbestmiş. Helikopterden üzerine ağ atarak veya vurarak avlanılıyormuş. Hobi olarak alpaka da yetiştiriliyor. Peru’dan getirilmiş. Yolda çiftliklerin arkasındaki dağlarda bol miktarda keçi de görülüyor. Ancak, eti ve peyniri pek tutulmadığı için ticari bir yanı yokmuş.
Buralarda tüm kuzuların kuyruğu kesiliyor. Nedeni, popodan girip hayvanı öldüren ve etini de hastalıklı ve tüketilemez hale getiren bir kurtmuş. Kuyruk kesilip popo güneş görünce kurt üreyemiyormuş. O nedenle hiç kuyruklu kuzu görmedik. Kuyruk yağı meraklılarına üzücü bir haber…
Yolda bulutlar arttı, sonra sise dönüştü. Derken yağmur başladı. Bayağı sıkı yağıyordu. Te Anau’ya geldiğimizde otobüsten dışarı çıkmak için ayakkabı değiştirmem ve şemsiye kullanmam gerekti. Bu duruma, grubun morali bozuldu. Zira Milford Sound’da programa göre tekne gezintisi yapılacaktı. Rehber ‘buralarda iki yüz küsur gün yağmur yağar zaten, yılda 8-9 metre yağış alır’ diye anlattı ama, doğal olarak moralleri düzeltmeye pek faydası olmadı. Galiba dünyanın öbür ucundan gelen grup olarak Milford Sound’u doğru dürüst göremeyecektik.
On beş dakika sonra Te Anau’dan tekrar yola çıktığımızda, bulutlar dağların zirvelerinde ve yamaçlarında ilginç şekiller oluşturarak manzaraya katkı yapıyorlardı. Maori dilinde Yeni Zelanda’nın adı Uzun Beyaz Bulut ülkesiymiş zaten.
Üç saat daha yol aldık. Bölgenin mikro kliması nedeniyle hava iyice ısındı. Poları üstümden çıkardım. Dağlarda kar, her yerde Norveç fiyortlarında olduğu gibi çavlanlar vardı. Ancak, aşağılarda tropik ormanlar arasındaydık. Etrafta papağanlar ve tanımadığımız başka tropik kuşlar uçuşuyordu.
Derken dimdik bir granit kaya kütlesinin önüne geldik. 2000 metre civarında bir yüksekliğe sahipmiş. 1954 yılında, bu granit duvarı delerek, 1200 metre uzunluğunda eğimli bir tünel açmışlar. Adı Homer Tüneli. Tünelde trafik tek şerit. Yedi dakikada bir trafiğin yönü değişiyordu. Sıramız girince tünele girdik. Tünel yokuş aşağı ve yine Norveç’te olduğu gibi betonla kaplamaya gerek görülmemişti. Granit zaten sağlam diye…
Diğer taraftan çıktığımızda yolun kıvrıla kıvrıla aşağı inmeye devam ettiğini gördük. Sonunda toplamda altı saate yakın süren bir yolculuktan sonra Milford Sound’a vardık.
Müjde! Sadece yağmur durmadı, hava da açtı. Burası gerçek bir doğa harikasıydı. 60 km uzunluğunda bir fiyort kıvrıla kıvrıla önümüzde uzanıyordu. Her iki yanında 1700 metreye kadar çıkan ve denize dimdik inen dağlar… Karşımızda ise en yüksek zirve olan Bishop’s Hat. Yüzüklerin Efendisi filmlerinden hafızalarda yer etmiş bir dağ. Bütün bu kayalardan büyüklü küçüklü şelaleler akıyordu. Bulutlar sürekli değişik şekillere girerek etrafı büyülü bir hale getiriyordu. Hava 22 dereceye çıkmıştı. Fiyordun dip noktasından gemiye bindik. Önceden ısmarlanan sandviçimi getirdiler. Ben üst güverteye çıktım. Hem çevreyi seyrettim, hem de fotoğraf çektim.
Teknede yapılan anonslarda, bu havanın bu bölge için olağanüstü olduğunu özellikle vurguladılar. Ancak, gemi fiyortta ilerleyip Tasman Denizi’ne yaklaştıkça hava sertleşti, rüzgar ve dalga başladı. Tasman Denizi kötü hava koşullarıyla meşhurmuş zaten. Sallana sallana fiyorda geri döndük, Bir kaya üzerinde güneşlenen fok balıklarının yanından geçip, bazı şelalelere, ıslanmak için olacak, iyice yaklaşıp, iskeleye geri döndük. Queenstown’a döndüğümüzde akşam 20:00’yi bulmuştuk.
İzleyen gün artık kuzeye doğru Güney Adası’nın batı kıyısını izleyerek yol almaya başlayacaktık. Bu yol Tasman Denizi kıyısını izleyen iki şeritli dar bir yolmuş. Bir tarafı fırtınalı bir deniz, diğer yanı yalçın Güney Alpleri olan, dolayısıyla oldukça manzaralı bir güzergahmış. Beş milyonluk Yeni Zelanda’nın Güney Adası’nın nüfusu sadece bir milyon olduğundan ve bu yol da ıssız bir bölgeden geçtiğinden, insana rastlamak pek olası değilmiş.
Yola çıktıktan biraz sonra bir haber geldi; bir gün önceki yağmurda, yarın geçeceğimiz yolda heyelan olmuş ve yol kapanmış. Açılacağını ümit ederek rotamızda devam ettik.
Üzüm bağları ve meyve ağaçları arasından geçtik. Bölgenin adı Central Otega. Kırmızı şarapları meşhurmuş. Bağların ve meyve ağaçlarının üstünde kuşlara ve haşarata karşı yer yer tüller vardı.
Bu arada kivi meyvesinin anavatanının Çin’de Yangtze Vadisi olduğunu öğrendim. Yani benim düşündüğüm gibi Yeni Zelanda değilmiş.
Yolda durduğumuzda, dağlardan kekik kokusu geliyordu. Çok yaygınmış. Göller arasından geçerek yolumuza devam edip Wanaka isimli bir başka yerleşim birimine ulaştık. Göl kıyısında olan Wanaka’da hava açık, her şey çok dingindi. Gölün kıyısında yaşlı bir çift bir bankta oturmuş, sessizce gölü izliyordu. Kim bilir ne düşünüyorlardı. Ben ise, “hayat böyle bir şey işte, zaman akıp gidiyor. Bebeklik, çocukluk, gençlik, orta yaş derken, yaşlılık ve hayatın sonu geliyor. Fırtınalarla dolu yaşamlarımızın sonu kaçınılmaz” diye düşünmeden edemedim. Galiba bir an için nihilist olmuştum. Sonra da, hayatının son dönemini huzurlu bir şekilde Wanaka’da geçiren bu çifte gıpta ettim. Kendilerini rahatsız etmeden, sessizce fotoğraflarını çektim.
Daha sonra biraz göl kıyısında dolaşıp, dükkanlara girip çıktım. Girdiğim köyün tek süpermarketinde hellim gördüğümü de söylemeden geçmeyeyim. Anlattıklarına göre son zamanlarda epey popüler olmuş.
Bilindiği gibi, uzun otobüs seyahatlerinde belli aralıklarla ihtiyaç molası verilir. O nedenle yazımın bu bölümünü sonlandırırken son bir not olarak Yeni Zelanda’nın umumi tuvaletlerinden de bahsedeceğim.
Tuvaletler Japonya’dakiler kadar temiz, ücretsiz. Musluklarından hem sıcak, hem soğuk su akıyor. Dağda taşta, kentte her yere bu tuvaletlerden yapmışlar. Yenilerinde artık kadın erkek diye ayırım yok.
Gelişmiş ülkelerde tuvalet kullanımı LGBT hakları nedeniyle güncel bir tartışma konusu. Kimler erkek tuvaletini, kimler kadınlar tuvaletini kullanacak tartışması sürüyor. Yeni Zelanda’da bu sorun cinsiyet ayrımı yapmaksızın herkes için tek tip tuvalet yapılarak çözülmüş. Herkes tuvalet kabininin kapısını kapatınca kendi başına. Erkekler için pisuar uygulaması yok.
Bir uyarı; kapısı otomatik olarak bir düğme ile açılıp kapanan modellerinde 10 dakikadan fazla kalırsanız, güvenlik nedeniyle kapı kendiliğinden otomatik olarak açılıyormuş. Yani kitap gazete okumaya kalkışmamak lazım. İşiniz uzunsa da başınız belaya girebilir. Bir anda kapının açılması ve kendinizi kadınlı erkekli el yıkayan, saç tarayan, sıra bekleyen bir grubun ortasında tuvalette otururken bulmanız çok olası.
Ayrıca, erkekler için artık alışkın olmadıkları bir sorun daha var. Pisuar olmadığından otobüs molalarında, sanat etkinliklerinde, maçlarda, kadınlarla birlikte uzun kuyruklar beklemek gerekebiliyor.
(devamı var)
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.