Sina Dağı ve St. Catherine Manastırı

İşim gereği bir zamanlar sık sık Mısır’a seyahat ederdim. Bu sayede gittiğim Kahire, Urgada (Hurgada), Şarm El Şeyh (Sharm el Sheikh) ve Marsa al Alam kentleri dışında, Asuan (Aswan)- Lüksor (Luxor) arasında bir Nil gezisi yapmak ve Ebu Simbel Tapınağı’nı ziyaret etmek gibi fırsatlarım da oldu.

Bu gezilerimden birinde, Hz Musa’nın Tanrı’yla konuştuğu ve On Emir’in kendisine iki taş tablet halinde verildiği Sina Dağı’na da çıkma fırsatım oldu.  Bugün bu gezimden bahsedeceğim.

Sina Dağı’na, yukarıda anlattığım nedenle Musa Dağı da deniyor. Ancak, Hatay’da ve Ürdün’de benim bildiğim en az iki Musa Dağı daha olduğundan, ben bu yazımda Sina Yarımadası’nın güney ucundaki bu dağı Sina Dağı olarak adlandıracağım.

Sina Dağı çölün ortasında, gündüzleri çok sıcak olan bir coğrafyada olduğundan, gece tırmanışı tercih ediliyor. Tırmanış dediysem de, aslında büyük bölümü dik bir patikada yürüyüş. Sadece son kısmında merdivenler var. Sina Dağı’nın eteğinde ise St Catherine Manastırı var. Tırmanış da zaten buradan başlıyor.

Ben bu geziyi 7-8 Mart 2013 gecesi yapmıştım. Şarm El Şeyh’te kaldığım otelden, çalıştığım şirketin Mısır’daki genel müdürü, değerli dostumTunç Müstecaplıoğlu’nun organize ettiği bir araçla yola çıktık. Araçta sürücü ve benden başka kimse yoktu. Üstüme uzun kollu bir tişört giymiştim. Ayrıca yanıma soğuktan koruması için bir polar,  rüzgardan etkilenmemek için de orta kalınlıkta bir rüzgarlık ve yedek çorap almıştım. İçme suyu desteğini yoldan alabilecektik.

Kronik bel problemim olduğundan, yanımda Voltaren, Muscoril gibi ödem dağıtıcı/ağrı kesici ve kas gevşetici ilaçlar da vardı. Bir de kortizon iğne…  Uzun yıllar bu problemden muzdarip olunca insan zamanla kendi kendinin doktoru oluyor. Tabii önceden iyi bir fizik tedavi uzmanından bu konularda epey bir bilgi aldıktan sonra…

Fotoğraf çekeceğim cep telefonu da dahil tüm malzememi beş kiloyu aşmayacak şekilde bir sırt çantasına yerleştirmiştim.

Şarm El Şeyh’ten Sina Yarımadası’nın doğu sahiline doğru yola çıktığımızda saat 22:00 idi. Yolun sonu İsrail sınırı ve Eilat kenti… Yirmi kilometre daha giderseniz, ki politik nedenlerle bu pek kolay değil, Ürdün’ün Akabe kentine ulaşılıyormuş. Turistler Sina’dan Akabe’ye deniz otobüsüyle geçmeyi bu nedenle tercih ediyormuş.

Yol bir süre sonra iki şeride indi ve iyice daraldı. Sina Yarımadası’nın kuzeyi bedevi isyanları ile karışık olduğundan güneydeki tatil beldelerini saldırılardan korumak için çok yoğun güvenlik tedbirleri alınmış durumdaydı. Bu sıkıntı bugün de devam ediyor. O nedenle sık sık askeri güvenlik noktalarından geçmek gerekiyordu. Ben yolda 25 tane saymıştım. Ancak, bu güvenlik noktalarının sadece birinde durdurulduk. Onun dışındaki noktalarda, ya kimse yoktu, ya da içeride uyuyan askerler göze çarpıyordu. İsrail sınırına da oldukça yakın bir yerde bu bana çok ilginç gelmişti.

Yola çıkışımızdan bir saat sonra Dahab’a vardık. Burası da ucuz tatil yapmak isteyen turistlerin geldiği bir tatil kasabası. Buradan sola, yani batıya dönüp, yarımadanın içlerine doğru yol almaya başladık. Yollar iyice bozulmaya başlamıştı. Virajlı bir rampayı tırmanıyorduk. Mehtap yoktu ama tertemiz ve kupkuru çöl havasında yıldızlar pırıl pırıldı.

Gece yarısını biraz geçe Sina Dağı’nın eteğindeki St. Catherine Manastırı’nın yakınlarına geldik. Şarm El Şeyh’ten beri 240 kilometre yol gitmiştik. Burada bir benzin istasyonunda askerler güvenlik kontrolü yapıyorlardı. O sıralar Mısır’da Mursi cumhurbaşkanı idi ve Türkiye ile Mısır’ın arası çok iyiydi. Subaya pasaportumu uzatınca, yüzündeki sert ve ciddi ifade bir anda kayboldu. “Selamün aleyküm!” Benden cevap “ Ve aleyküm selam!” Pasaportu iade ederken kısa bir cümle daha, “Fenerbahçe galib!” O gece Fenerbahçe’nin bir Çek takımıyla maçı varmış.

İlişkiler düzelmedikçe bu seyahati şimdilik yapmamanızı tavsiye ederim. Gece yarısı Sina Çölü’nde, bu kadar husumet oluşan bir ortamda,  ne olacağı bilinmez.

St Catherine Manastırı’nın araç parkında beni bedevi bir rehber karşıladı. Biliyorsunuz Arapça’da medeni kentli, bedevi köylü demek. Bedevilerde aşirete bağlılık çok önemli. Genellikle cahil olduklarından toplumda aşağılanıyorlar ama, aşiretlerin zaman zaman saldırgan tutum takınmaları nedeniyle kendilerinden çekiniliyor da. Halife Harun Reşit, Bağdat’ın kapılarını geceleri, bedeviler kente saldırıp kütüphaneyi yakmasın diye kapattırırmış.

Beni karşılayan bedevi bu kalıba uymuyordu. İngiltere’de eğitim görmüştü ve son derece akıcı bir İngilizcesi vardı. Saat 02:00’ye kadar manastır civarında kalmamızı önerdi. Zira yukarısı çok soğuk oluyormuş. Manasırın bulunduğu yer bile zaten 1570 metre irtifadaydı ve hava serindi.

Sonunda hazırlıklarımız yapıp, elimizde fenerler yürümeye başladık. Neredeyse elle tutulacak kadar yakın hissedilen yıldızlar yine de yolu aydınlatmak için yeterli değildi. Rehberin söylediğine göre güneşin doğuşundan hemen önce zirvede olacak ve muhteşem manzarayı görecektik.

Tırmanırken zaman zaman yanımızdan develer geçiyordu. Develer, bir çeşit limuzin servisi gibiydi. Yaşları veya bir engelleri nedeniyle tırmanmakta zorlananlar, ya da tembeller bu olanaktan yararlanıyordu. Dağın uhrevi bir özelliği olduğundan, tutucu Hıristiyanlar ileri yaşta da buraya gelmekte çok istekli olabiliyormuş. Bir nevi hac yani. Yine politik nedenlerle, etrafta Yahudi’ye rastlamaksa mümkün değilmiş.

Bedevi rehber beni tanımadığından hızlı bir tırmanma olmayacağını düşünmüş. Ama ben oldukça tempolu bir şekilde yürümüşüm. O nedenle, saat 04:00’de son mola yerine vardık. Güneşin doğmasına daha iki saat vardı. En son bölüm 650 basamaktan oluşuyordu. Rehber bana bir iki kez “rahman”, yani yavaş diye uyarıda bulundu. Halbuki ben üşümemek için hızlı hareket ediyordum. Bedevi, “bizim tempomuzda çıkabiliyormuşsun meğer” diye kompliman yaptı. Yolda bir Japon gurubun yanından da geçtik. Hepsinin ağızında maskeler vardı!

Mecburen mola noktasındaki bir bedevi çadırına girdik. İçeride bir soba yanıyor, çay servisi yapılıyordu. Ayrıca dev bir yorgan vardı ve herkes altına girmişti. Biz de bir yere sığıştık. Rüzgar ve soğuktan dışarıda durmak imkansızdı.

Saat 05:30’da yeniden tırmanmaya başladık. Son 100 basamağı da çıktık. Artık 2285 metre irtifadaki zirveye ulaşmıştık.

Zirvede bir kilise, bir havra ve bir cami vardı. Çöldeki bu dağa iki üç yılda bir kar yağdığından, bazı kuytu köşelerde kar birikintileri de görünüyordu.

Güneşin doğuşunu ve kilisede ilahi okuyan Hırstiyanları uzaktan izleyip dönüşe başladık. Tanrının verdiği, üzerinde on emirin yazılı olduğu iki kitabeyi acaba Hz Musa nasıl taşımış diye düşünmeden edemedim. Üstelik o bizim geldiğimiz yoldan farklı, daha dik bir yoldan bu yolculuğu yapmış. Ayrıca, anlatıya göre tabletlerden birini yolda kırınca, tekrar tırmanıp tanrıdan bir kez daha istemesi gerekmiş.

St Catherine’e vardığımızda, o saatte kapalı olmasına rağmen, bir Kıpti dostum sayesinde özel iznim olduğundan içeri girebildim. Rehberimden ve bir papazdan manastır hakkında detaylı bilgi de aldım.

“Ekoptus” Helence Mısır demekmiş. “Kıpti” sözcüğü oradan geliyormuş. Bizim ve kendilerinin kullandığı Mısır kelimesi ise ülke anlamına gelmekteymiş. 4. Yüzyılda Roma İmparatoru Konstantin zamanında annesi, St Catherine’i buralara yollamış. Manastırın ismi oradan geliyormuş.  6. Yüzyılda Bizans imparatoru Jüstinyen zamanında, Mısır’da herkes Hırıstiyan olmaya zorlanmış. Bu ortodoks manastırı da o dönemde yapılmış.  Jüstinyen, manastırın Sina Dağı’na yapılmasını istemiş ama taş taşımanın zorluğu, dağdaki şiddetli rüzgar ve soğuk nedeniyle aşağıdaki vadiye yapmışlar. Jüstinyen sonunda Sina’ya gelmiş ve manastırın dağda değil vadide olduğunu görünce çok sinirlenmiş ve mimarı öldürtmüş. Mezarı manastırın yanında. Manastırın içerisinde 12. yüzyıldan kalma bir mescit var. Halife Hakim’in ordusuyla ziyarete geleceği duyulunca alelacele yapılmış. Manastırı yıkmasın diye… Ama zaten halifenin amacı sadece ziyaretmiş. Mescidin kıblesi kiliseninki gibi Kudüs’e bakıyormuş, yani Mekke’ye değil. O zaman kıble Kudüs’müş. Manasırda halen görev yapan papazların çok önemli bir bölümü Yunanistan’dan geliyormuş.

Hikayeye göre Hz. Musa eşiyle, daha manastır kurulmadan çok önce, bir kuyunun başında tanışmış ve on yıl orada yaşamışlar. Sonra kendisine sürekli yanan bir çalının içerisinden Tanrı seslenmiş. Hem kuyu hem de çalı manastırın içerisinde. Ancak başka bir iddia bu olayın Ürdün’de gerçekleştiği yönündeymiş. Anlatılanlara göre Hz. Muhammed de burayı ziyaret etmiş ve burasının kutsal bir yer olduğunu, vergi alınmamasını istemiş.
Manastırın dışında kayalıklarda oluşmuş ayağa benzer iki figür vardı. Üstündeki daha büyükçe çıkıntıyla birlikte bunun, Hz. Musa dağa çıktığında Yahudilerin tapmaya başladığı ve bu yüzden cezalandırıldığı altın inek olduğu söyleniyor. Ben hayalimi epey zorladım ama o taşın bir inek olacağına kendimi inandıramadım.
Gece geç vakit başlayan turum yine Şarm El Şeyh’de öğlen vakti bitti. Dönüş yolunda araçta içim geçmiş. Şoförün bana “Şarm El Şeyh duhul” diye seslenmesiyle kendime geldim.

 

Exit mobile version