Şili, Latin Amerika’nın Pasifik Sahili boyunca uzanan bir ülke. 150 yıldır Güney Amerika’nın ekonomik olarak en güçlü ülkesi. Kuzeyinde Peru var. 1879-1873 tarihleri arasında Peru ve Bolivya ile girdiği savaştan galip çıkınca ülkenin kuzeyinde yar alan Atamaca Çölü Şili topraklarına dahil olmuş ve Bolivya’nın da denizle irtibatı kesilmiş. Dünyanın en kurak bölgelerinden biri olan bu çölde daha sonra dünyanın en önemli bakır rezervlerinden biri bulunmuş. Son yıllarda batarya teknolojisinde etkin olarak kullanılmaya başlayan lityum da Atacama Çölü’nün kumlarından elde ediliyor. Dolayısıyla madencilik Şili’nin önemli gelir kaynaklarından biri.
Ülke 756 bin km2’lik bir alana yayılıyor. Kuzeyden güneye And Dağları ile kaplı. Türkiye’den sadece 24 bin km2 daha küçük bir yüzölçümü olmasına karşın nüfusu sadece 17.5 milyon civarında. Çok dağlık bir ülke olması bunun en önemli nedeni. Başkent Santiago 6.5 milyon, Valparaiso Bölgesi ise 1.5 milyon nüfusla ülkenin toplam nüfusunun neredeyse yarısını barındırıyor. Kişi başına milli geliri 25 bin $’a yakın. Hızla fakirleşen ülkemizde ise bu rakam 9 bin $ civarında ve bu yıl 7500 $’a inmesi ihtimali de var. Ülkenin en geniş yeri 240 km iken en dar yeri sadece 90 km. Buna karşılık kuzeyden güneye 4270 km, yani Ukrayna’da Kviv’den Afrika’da Etiyopya’nın kuzey sınırına kadar olan mesafe…
Brezilya, Arjantin ve Şili’yi kapsayan Latin Amerika seyahatimizin son gününde, Santiago’dan daha batıya, Pasifik sahiline bir gezi yaptık. Bu amaçla kiraladığımız minibüsün şoförü Ignesias, aynı zamanda rehberliğimizi de yaptı. Yolumuz büyük oranda otoyolda olmak üzere bir buçuk saat kadar sürdü. İki dağ silsilesini aştık. And Dağları’nın kolları olan bu dağları geçerken sık sık tünellere girip çıktık. İki dağ silsilesi arasındaki düzlük ise Şili’nin meşhur bağ üzümü üretilen bölgelerinden biriymiş. Burada 35 şaraphane ve bağ grubu varmış. Daha çok beyaz şarabı ünlüymüş. Bölgenin adı Veramonte. Kabaca ‘dağa bakan’ diye tercüme edebiliriz.
Şili’nin şarapları Arjantin’in Mendoza Bölgesi’nde üretilen şaraplardan daha tanınmış. Arjantinliler bunun daha yüksek kaliteden kaynaklanmadığını, Şili’nin uluslararası tanıtıma çok daha önce başlaması nedeniyle şaraplarının dünyada daha fazla bilindiğini iddia ediyorlar.
Gezi anlatımıma bu noktada kısa bir ara verip, araya bir anekdotumu eklemek istiyorum. Şili seyahatimden birkaç ay sonra, bir havayoluna yaptığım danışmanlık nedeniyle, bir iş arkadaşımla birlikte uçak kiralayan bir İrlanda/Hollanda firmasının pazarlama yetkilisiyle Moskova’da buluşmuştuk. Bizi, kentin tanınmış otellerinden Ararat’ın çatı katında kiraladığı kral dairesinde ağırladı. Laf lafı açarken kendisinin aslen Şilili olduğunu söyledi. Ben de birkaç ay evvel Şili’ye yaptığım geziden bahsedip Şili şaraplarını genelde beğendiğimden bahsettim.
Adam o anda ceketini çıkardı, papyonunu çözdü ve ‘uçak konusu bu akşam için kapanmıştır. Şimdi size ailemin Şili’deki bağlarından üretilen bir şarabı tattıracağım’ dedi. Daha sonra garsonu çağırarak ‘benim şaraptan ve biraz da çilek getir’ dedi. Biraz sonra çok kaliteli bir şarabı çilek eşliğinde tüketirken, bana ve iş arkadaşıma ailesini anlatmaya başladı. Şarap işini büyükbabası yönetiyormuş. Sabah kahvaltılarını bile Şili somonu ve ailenin bağlarından üretilen kırmızı şarapla yaparmış.
Kendisini bir keresinde Madam Rothschild ziyarete gelmiş ve ‘senin çok değerli üzüm bağların, benim de iyi bir ismim var. Gel birlikte iş yapalım’ demiş. Büyükbaba ise ‘benim hem güzel bağlarım, hem çok kaliteli şarabım, hem de iyi bir ismim var’ diyerek başlangıçta işbirliğini reddetmiş. Ancak, bir süre sonra ortak olmuşlar.
O akşam üç kişi güzel vakit geçirdik. Gerçekten de iş konuşmadık. İki gün sonra İstanbul’a dönmek üzere Shermetyevo Havalimanı’ındayken Duty Free’de içitiğimiz şarabı aradım ve buldum. Şişesi 150 € idi!
Aradan bir yıl kadar geçti. Uçak kiralamayla ilgili bir konferans/fuara katılmak için yine aynı iş arkadaşımla bu kez Dublin’e gittik. Pek çok uçak kiralama firmasıyla iş görüşmeleri yaptık. Ben ayrıca Pegasus’tan tanıdığım bazı İrlandalı eski dostları da görme fırsatını elde ettim.
Moskova’da tanıştığımız Şilili dostumuz da havacılık camiasının Dublin’de toplandığı bu dönemi fırsat bilerek, bir apartmanın çatı katında olan dubleks dairesinde bir parti verdi ve bizleri de davet etti. Oldukça kalabalık olan partiden pek çok kişi saat 23:00’e doğru ayrıldı. Biz de Şilili arkadaşımızın şirketinden birkaç kişiyle birlikte daha samimi bir sohbet için herkesin gitmesini bekledik. O sırada duvarda yağlıboya bir resim dikkatimi çekti. Kendisi yaşlı bir kadınla yemek yerken resmedilmişti. Kadın Hollanda kraliçesi Beatrix’e benziyordu ama emin olamadım.
Herkes gittikten sonra yaptığımız sohbette resimdeki kişinin Kraliçe Beatrix olup olmadığını sordum. Yanıtı, ‘evet teyzem’ oldu. Sonra anlatmaya başladı. Kendisi de aslında asilzadeymiş (blueblood). Ünvanı da Barselona Dükü’ymüş. Yani bir Katalan asilzadesi. Amcası ise Şili’de kardinalmiş ve son papanın seçiminde oy kullananlardan biriymiş. O ıslak ve soğuk Ocak gecesi kendi kendime ‘vay vay vaay’ diyerek Dublin Saint Stephen’s Green’deki otelime döndüm.
Şili gezimize geri dönersek; saat 11:00’e doğru Şili’nin en önemli liman kenti Valparaiso’ya vardık.
Hava puslu ve serindi. Yıllar önce Peru’da Lima’ya gittiğimizde de hava böyleydi. Galiba Güney Pasifik sahili yaz aylarında böyle oluyor. Valparaiso 1500’lerde kurulmuş bir liman kenti. Adı İspanyolca’da val = vadi ve paraiso = cennet kelimelerinden geliyor.
İspanyollar gelmeden önce Şili’de ağırlıklı olarak Mapucho yerlileri yaşarmış. Arjantin ve Şili’nin And Dağları’na yakın kesimlerinde Mapucholar’a hala rastlanıyor. Önemli bir kısmı ise İspanyollarla karışmış ve melez bir toplum ortaya çıkmış. Valparaiso da Mapucho yerlilerinin yaşam bölgesiymiş.
Günümüzde kentin nüfusu 300 bin civarında. İspanyolların dünyada etkisi azalmaya başlayınca bölgeye İngilizler gelmiş. O nedenle kentteki yapılarda İngiliz etkisi ağır basıyor. 19. yüzyılın sonlarında Valparaiso’da 32 bin İngiliz yaşar ve ticaretle uğraşırmış. Ancak, hiçbir zaman bölgeyi İngilizler politik olarak yönetmemiş. Yönetim İspanyollar’da kalmış. Bugün bile İngilizlerin okulları, sosyal kulüpleri, ticaret odaları ile bölgede etkinlikleri hissediliyormuş. Ayrıca bankacılıkta da etkinlermiş. İngilizler’in Şili donanmasında aldıkları etkin görevler de devam ediyormuş. Bölgeye futbolu, at yarışlarını ve çay içme alışkanlıklarını da onlar getirmiş.
Bağımsızlığını 1910’da İspanyollar’dan almış olan Şili’nin parlamentosu 1990’da, yani Pinochet diktatörlüğünün son yılında, Santiago’yu rahatlatmak için buraya taşınmış.
Şehir sırtını dik yamaçlara yaslamış. Bu tepelere ulaşmak için yatay asansörler var. Yollar da İzmir’in varyantı gibi. Kentte pek çok Edward ve Victoria dönemi tarzı ev var.
Her biri farklı renklerde boyanmış. Ancak, Valparaiso her şeye rağmen bakımsız bir liman kenti izlenimi veriyor. Sahilde vinçler, askeri gemiler, yüzer gemi havuzu vs…
Tepelerden birinde de Pablo Neruda’nın evi var. Neruda’nın ülkedeki üç evinden biriymiş. Şimdi müze. Diğerleri Santiago’da ve Güney Şili’de doğduğu yer olan Parral kentindeymiş.
Neruda 1904 doğumlu. 69 yaşında Santiago’da ölmüş. 1971’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Şili’nin dünyaca tanınmış şairlerinden biri. Asıl adı Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto. Pablo Neruda ismini Çek şair Jan Neruda anısına almış. 1927-1935 arasında Şili adına diplomatik görevlerde bulunan Neruda, İspanya İç Savaşı ve bu savaşta Cumhuriyetçiler safında savaşan İspanyol şair García Lorca’nın ölümünden çok etkilenmiş. 1945 yılında Şili Komünist Partisi’ne üye olmuş ve senatör seçilmiş. 1949-1952 arasında sürgüne gitmek zorunda kalan Neruda, 1970 seçimlerinde Salvador Allende’yi desteklemiş, seçim kazanan Allende tarafından Paris’e büyükelçi olarak atanmış.
1973 yılında halk ayaklanmasına neden olur korkusuyla Pinochet rejimi tarafından cenazesine katılım yasaklanmış ama yine de bu yasağı dinlemeyen binlerce kişi kendisini sonsuzluğa uğurlamış. Onlarca şiir kitabı bulunan Neruda ile ilgili İngiliz yönetmen Michael Radford’un 1994 yılında çektiği bir film de var. Özgün adı ’Il Postino’; Türkçesi ‘Postacı’. Bu Nobel ödüllü dünyaca tanınan şairin bir kongrede Nazım Hikmet için ‘Onun yanında biz şair bile olamayız’ dediği de bilinmektedir.
Öğle saatlerinden Valparaiso’dan ayrıldık. Yedi kilometre uzaklıktaki Vina del Mar’a doğru yola çıktık.
Vina del Mar daha modern bir yer. Buranın ismi de vina = üzüm bağları ve mar = deniz, yani ‘deniz kıyısındaki üzüm bağları’ anlamına geliyor. Nüfusu 320 binmiş. Kentin ana meydanı sahilde ve çiçeklerle bezenmiş. Meydanda çiçekler üzerine oturtulmuş bir de saat var. Beyaz yelkovan ve akrep çiçeklerin üzerinde ilerliyor. Bu saat Şili’nin 1962 yılında Dünya Kupası’nı kazanmasının anısına konmuş.
Kentte hafif bir Arap etkisi seziliyor. Sorduğumuzda, Şili’de ağırlıklı Lübnanlı olmak üzere önemli miktarda Arap kökenlinin yaşadığını öğrendik.
Öğle yemeğimizi biraz geç olarak denize bakan bir sırtta bulunan Castillo del Mar, yani ‘Deniz Kalesi’ adlı bir restoranda yedik. Menü, deniz ürünleri ve avokadodan oluşuyordu. Yanında da küçük bir şişe beyaz Şili şarabı…
Buralarda denize girmek pek olası değilmiş, zira soğuk su akıntısı nedeniyle su sıcaklığı 12-18 derece arası değişiyormuş. Tabii serin sulardan keyif alanlar için sorun değil.
Sahilde Vina del Mar’dan sonra gidilen yerin adı Renaca’ydı. Burası aslında Vina del Mar ile birleşmiş bir kasaba. Sahilde denizin içinde bir kaya vardı. Üstünde bazen deniz aslanları bulunurmuş. Biz gittiğimizde pelikanlar ve martılar vardı. Kaya eskiden siyahmış, ancak kuş pislikleriyle beyazlanmış. O nedenle kayanın adı artık Michael Jackson!
Dönüşte bir müzenin önünde durduk. Kapısında Paskalya Adaları’ndan getirilen 3.5 metre yüksekliğinde bir heykel vardı. Paskalya Adası, Şili’den 3700 kilometre uzakta ama Şili toprağıymış. Batılılar tarafından keşfi 1687’de bir İngiliz korsan tarafından olmuş! Adanın Maoi adı verilen heykelleri meşhur. Bu heykellerin M.S. 1000 ile 1600 yılları arasında inşa edildiği tahmin ediliyor. İşte müzenin önünde gördüğümüz, bu Maoi heykellerinden biriydi.
Günübirlik yaptığımız Valparaiso-Vino del Mar gezisi bu şekilde sona erdi ve Santiago’ya geri döndük. Ertesi gün yapacağımız uzun ve yorucu eve dönüş yolculuğuna hazırlanma zamanı gelmişti. Önce Santiago de Chile’den Rio de Janerio’ya, oradan Londra’ya uçacak ve son aktarmamızla İstanbul’a dönecektik. Havalimanlarında bekleme süreleriyle birlikte 36 saati aşan bir yolculuk olacaktı…
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.