“1974 yazı benim için sıkıntılı bir dönemdi. Belki de hayatımın en sıkıntılı yazıydı ve hayatımın en önemli yıllarından biri olacağa benziyordu. Bir yandan Alman Lisesi’nden Almanya’da geçerli bir diplomayla mezun olmaya çalışıyor, bir yandan üniversite sınavına giriyor, bir yandan da Türkiye’de istediğim bir yer tutturamazsam gitmek üzere Alman üniversitelerinden bir tane olsun kabul almak için başvurular yapıyordum. Ancak işler galiba pek yolunda gitmiyordu. Bana son dört yıldır takmış olan, hem matematik hem de fizik dersine gelen Alman hocam beni matematikten bütünlemeye bırakmıştı. İş onunla da bitmiyordu. Yanı sıra nasıl olmuşsa olmuş, çok başarılı olduğum biyoloji dersinden de üç hoca önünde girdiğim sözlü bitirme sınavında başarılı olamamış ve bütünlemeye kalmıştım. O zamanlar benim gittiğim lisede mezuniyet için karmaşık bir sınav sisteminde başarılı olmak gerekirdi. Bu sınavların bazısı yazılı, bazısı sözlüydü. İkmale kaldığım derslerin sınavlar Ağustos sonu ve Eylül başında olacaktı.
20 Temmuz sabahı geldiğinde ilk sınav dalgası, 7 Temmuzda yapılan üniversite sınavıyla bitmiş, bütünlemeye kaldığım haberi üzerime çökmüştü. Başıma ilk defa böyle bir şey geliyordu. Annem, babam, yirmi gün kadar dinlenmemi uygun bulmuşlardı. Daha sonra sınavlara hazırlanmaya başlayacaktım. Bu arada, bir yıl önceden ben ve sınıftan üç arkadaşımla gittiğimiz Almanya’daki bir çalışma kampında tanıştığımız üç Danimarkalı arkadaşımız, interRail tren biletiyle yaptıkları Avrupa gezisi kapsamında Yunanistan üzerinden İstanbul’a gelmişlerdi. O zamanlar Bulgaristan Doğu Bloku’nun bir parçası olup interRail sistemine dâhil değildi. Bu arkadaşların her biri bir Türk arkadaşın evinde kalıyordu. Dolayısıyla bizim evde de bir misafir vardı.
Bu kadar stres ve evdeki hareketlilik arasında Kıbrıs’taki gelişmeleri eve gelen Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinden, radyodan ve siyah beyaz yayın yapan televizyondan izliyordum. O yaz başı on dokuz yaşımı bitirmiştim ve dünyada olup bitenlerle son derece ilgiliydim.
20 Temmuz bir cumartesiydi. Bir gece evvel saat 24.00’e kadar altı arkadaş dışarıda bir yerde oturmuş ve sohbet etmiştik. Ben ve arkadaşım Haluk, yabancı arkadaşlara son bir hafta boyunca sık sık yaptığımız gibi, ‘Yarın savaş çıkacak ve burada kalacaksınız’ diye takılıyorduk. Hatta biraz da hamaset yapıp, ‘Dönüşünüzde Yunan sınırı olmayacak, Türkiye’den doğrudan Yugoslavya’ya geçeceksiniz’ filan da diyorduk galiba.
Sabah sanım 07.00 civarıydı, babam yatak odamın kapısından seslenerek, ‘Kıbrıs’a çıkarma başladı’ dedi. Derhal yataktan fırladım ve giyindim. Sanırım o zamanlar televizyon yayını akşamüstü başlıyordu. Dolayısıyla babamın açmış olduğu radyoya koştum. Zaten sesi de sonuna kadar açıktı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin havadan ve karadan harekata başladığı haberi veriliyor, arada bir marşlar çalıyor, kahramanlık Türküleri, (galiba Ruhi Su ve Salih Mutlucan tarafından) söyleniyordu. Daha sonra o zaman Başbakan olan Bülent Ecevit’in Ankara’dan naklen, adaya barış getirmek için çıkarma yapıldığını açıklayan meşhur konuşması yayınlandı.
Biz o zamanlar Nişantaşı Kuyulubostan sokakta otururduk. (Şimdi adı Prof Orhan Ersek sokak oldu). Hemen evden fırlayıp, bir alt sokağın köşesindeki gazeteciye koştum. Yokuştan aşağı koşarken bazı apartmanlara bayraklar asılmaya başlandığını gördüm. Milliyet ve Cumhuriyet’e ek olarak, haber alma hızı diğerlerine göre daha iyi olarak bilinen Hürriyet gazetesini de aldım. Ancak çok yeni bir bilgi yoktu. Sadece, sanırım, Hürriyet gazetesinin kapak sayfasında akşam vakti hava kararırken Mersin’den ayrılmakta olan çıkarma gemilerini gösteren siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Hem güneş batmak üzereyken çekildiğinden, hem de basının o yıllarda yeni kullanmaya başladığı faks ile gönderildiğinden, net de değildi.
O sırada annem ve babam kahvaltıyı hazırlamış, Danimarkalı arkadaşım da kalkmıştı. Hemen kahvaltıyı bitirdik. Bu arada haberler gelmeye devam ediyordu ama genelde ilk haberlerin tekrarıydı. Derhal diğer iki arkadaşımla haberleştik ve bir araya geldik. Danimarkalı misafirler bir an evvel eve dönmek istiyorlardı. Ancak Yunanistan üzerinden dönmeleri artık pek olanaklı değildi. Babam ‘Sirkeci İstasyonuna gidin ve Bulgaristan üzerinden tren bileti bakın, olmazsa dönüşte Taksim’de Bosfor Turizm’e uğrayın ve Münih otobüslerinde yer bulmaya çalışın’ dedi.
O yaz Danimarka’da yaşamakta olan amcam da tatil için bir hafta on günlüğüne uçakla İstanbul’a gelmişti ve 3. Levent’te dedem ve babaannemin evinde kalıyordu. Yeşilköy Havalimanı kapandığından, bu durumda o da kapana kısılmış durumdaydı. Gemi inşa mühendisi olarak çalıştığı Danimarka’ya vaktinde dönmek istiyordu.
Biz hemen Danimarkalı arkadaşımla sokağa çıktık. Haluk, Ufuk ve diğer iki Danimarkalıyla Sirkeci’de buluşacaktık. Bir dolmuşla Sirkeci’ye vardık. Artık her tarafa bayraklar asılmış, radyoda yapılan anonslara uyan halk evlerinin camlarını, arabaların farlarını mavi kâğıtlarla kaplayarak, gece uygulanacak karartmaya hazırlanıyordu. Sanırım İstanbul bu tür bir deneyimi daha önce Hitler’in orduları Trakya sınırına yaklaştığında yaşamıştı.
Sirkeci İstasyonu ana baba günüydü. Ancak bir şekilde bizim arkadaşlara İstanbul – Belgrat tren bileti bulduk. Trenleri gece 21.00’de kalkıyordu. Dönüş yolunda Dolmabahçe’den geçerken bir yıldan az bir süre önce kullanıma açılmış olan Boğaz Köprüsü’nün üzerine belli aralıklarla uçaksavar bataryalarının yerleştirilmiş olduğunu gördük. Eve geldiğimizde amcamın iki gün sonraya Bosfor Turizm’den Belgrat’a gitmek üzere bilet bulduğunu öğrendim.
Bu arada öğlen olmuştu. Radyodan yeni ve sağlıklı bilgiler gelmemekteydi. Ancak herkes Türkiye’nin yıllardır hazırlandığı bu harekâttan yüzünün akıyla çıkabileceğinden emindi. Hatta bazıları bu fırsatta bazı Ege Adalarının geri alınabileceğini bile söylüyordu. Gazeteler, ikinci, üçüncü baskılar yapmışlardı. Ecevit’in demeci, Denktaş’ın Bayrak Radyosu’na yaptığı konuşma, donanmanın ve Hava Kuvvetleri’nin uçaklarının resimleriyle kaplıydılar. Televizyonda mehter marşları ve her türlü moral verici konuşma sürüyordu.
Akşam oldu, Danimarkalı arkadaşları istasyona bıraktık. Eve döndüm. Evlerin çok azından biraz ışık sızıyor olsa da etraf zifiri karanlıktı. Sokak lambalarını hatırlamıyorum ama araçların farları mavi kağıt kaplanmış olduğundan yolu aydınlatmıyordu.
Evde televizyon açıktı. 22.00 civarı televizyonda günün gelişmeleri özetlendi. Haberler esnasında çıkarma birliklerinin denizden Girne’nin batısına, uçar birliklerin ise havadan Lefkoşa’nın kuzeyine indiği, tüm birliklerin hedeflenen noktalara başarıyla ulaştığı anlatılıyordu. Ancak somut bilgi yoktu. Derken savaşın ilk haber filmi yayınlandı. Bir F-100 filosu formasyon halinde uçuyor, jetler teker teker dalışa geçiyor ve bazı hedefleri bombalıyordu. Bombaladıkları yerlerden siyah dumanlar çıkıyor, alevler gözüküyordu. Film bir hava harekatından Eskişehir’e dönen uçaklar tarafından çekilmiş, savaşın ilk görüntüleriydi.
Bu arada babamla kısa dalgadan BBC Türkçe servisini bulduk. Burada haberler farklıydı. Tarafsızlığıyla ünlü olduğu söylenen BBC, 12 adet Türk uçağının düşürüldüğünü (oysa tüm iki harekat boyunca 12 uçak kaybetmedik), Türk birliklerinin adada sert bir direnişle karşılaştığını (doğru) bildiriyordu.
Gece geç vakit yattık ama yeni bir haber yoktu. Ertesi günün gazetelerini hatırlamıyorum. Sabah yayına başlamış olan televizyon sabah güneşin doğmasıyla birlikte Türk jetlerinin büyük gruplar halinde Kıbrıs’taki hedeflere karşı yeniden saldırıya geçtiğini bildiriyordu. Ancak, Girne’ye girildi mi, Lefkoşa ne durumda, elle tutulur bir bilgi yoktu. Orduya büyük destek sağlayan mücahitlerin kahramanlıkları da sık sık vurgulanıyordu.
Öğleden evvel amcamı görmeye Levent’e gittik. Amcam önüne bir harita açmış, BBC ve Türk radyo ve televizyonlarından gelen bilgileri dinleyerek harekatı takip etmeye çalışıyordu. O arada 13.00 öğle haberleri televizyonda yayınlanmaya başlandı.
Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarına katılmış olan dedem, bir kulağının duyma yetisini bu savaşlarda kısmen kaybetmiş olduğundan, televizyonu sonuna kadar açmıştı. Bu haberlerde İngiliz televizyonu ITN’in bir muhabiri ve kameramanının çektikleri bir haber filmi bizi son derece mutlu etti. Lefkoşa’nın Rum kesiminden çekilmiş olan bu haber filminde Türk paraşütçülerinin Lefkoşa ile Beşparmaklar arasında, daha sonra Boğaz Bölgesi olduğunu öğrendiğim bir alana inişleri görüntülenmişti. Dakotalar’dan atlayan paraşütçüler düz bir alana iniyorlardı. Her halde yüz, yüz elli civarında paraşütçü… Ben okumakta olduğumdan ve tecilli olduğumdan, yaşım tutmasına rağmen orada değildim belki de… Hava İstanbul’da bile 30 derecenin üstündeydi. Kim bilir Kıbrıs kaç dereceydi?
Akşam oldu yeniden. Haberler hep aynı akış içerisinde devam ediyordu. Gece haberlerinde üç gemiden oluşan bir Yunan filosuna uçaklarımızın müdahale ettiği ve bir zırhlının batırıldığı haberi geldi. Çok sonra bu geminin Kocatepe zırhlısı olduğu duyulacaktı. Tüm bu haberlerin ana konusu birliklerin başarıyla harekata devam ettiğiydi. Ancak Girne’ye girilmiş miydi, belli değildi…
22 Temmuz Pazartesi günü haberler hala karışıktı. Bazı yurt dışı haberler Girne’ye hala Türk askerinin giremediğini Rum kaynaklara dayanarak söylerken, Türk televizyonları Girne’nin kurtarıldığını söylüyorlardı. Sanırım o gün akşamüstüydü. Adını hatırlamadığım bir haber sunucu haberleri okumaya başladı. İlk söylediği haber Girne ile ilgiliydi. Rumlar böyle diyor ama dedi ve bir naklen yayın olduğunu hemen fark ettiğim görüntüleri göstermeye başladı. Karşımızda ana haber bültenlerinden tanıdığımız Çetin Çeki vardı. Yayın yaptığı yerden Girne ile ilgili çıkan ‘direniyor’ haberlerinden bahsetti. Sonra kamera hafifçe sola doğru kayarken ‘İşte cevabı’ dedi. Görüntüde Girne limanı vardı, Kaleye Türk bayrağı çekilmişti. Çekimin yapıldığı yer Girne Limanı’nında bulunan Gümrük Binası’nın gerisinde dalgakıranın üzeriydi. Galiba Çetin Çeki Kıbrıslı olduğunu ilk kez o gün bize söyledi.
Hepimiz artık harekatın başarıya ulaştığına emin olduk. İçimden, ilkokul birinci sınıftan beri Milliyet gazetesinin açtığı Millet Yapar kampanyası kapsamında bazen 150 kuruşluk harçlığımdan verdiğim 25 kuruşların da katkısıyla yapılan çıkarma gemilerinin bu harekata katıldığını düşündüm. Benim de çorbada tuzum vardı. O zamanlar başta ABD olmak üzere Batı, olası bir çıkarmayı önlemek için bize çıkarma gemisi vermez, satmazdı.
Amcam o gece otobüsle gitti. Bir hafta sonra sağ salim vardığını dedem ve babaanneme yolladığı mektuptan öğrendik. Ancak ondan evvel Danimarkalı arkadaşımdan mektup geldi. Hiç ışık yakılamayan bir trende Yunan sınırına kadar gitmişler, sonra sınırı takiben Edirne üzerinden Bulgaristan’a sorunsuz olarak geçmişlerdi. İki gün sonra Almanya ile Danimarka arasındaki Flensburg – Padborg sınır noktasında vardıklarında kendilerini gazete ve televizyonların haber muhabirleri karşılayınca çok şaşırmışlar. Herkes savaş bölgesinden dönen bu Danimarkalılara ne gördüklerini sormuş. Onlar da karartma hazırlıkları dışında hiçbir anormal durum görmediklerini, halkın son derece sakin olduğunu belirtmişler. Bu durum gazetecileri çok şaşırtmış, zira Yunanistan’dan dönen Danimarkalılar kendilerine fırınlara, bakkallara halkın nasıl hücum ettiğini anlatmışmış. Mektubun sonunda savaşı kazandığımızdan dolayı bir de tebrik mesajı vardı.
O yazın benim için bir dönüm noktası olacağı daha başlangıçtan belliydi. Neyse sonu iyi bitti. İkinci harekatın bitiminden bir süre sonra sınavlarım başladı. Son sınavım 5 Eylül’de bitti. Aynı gün Berlin Teknik Üniversitesi’nden Endüstri Mühendisliği Bölümü için kabul mektubu geldi. 7 Eylül’de de postacı üniversite sınav sonucunu getirdi. İlk tercihim olan Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümünü kazanmıştım. İstanbul’da kalmayı tercih ettim ve Boğaziçi Üniversitesi’ne kaydoldum. Daha sonra İngilizce sınavını geçerek hazırlık sınıfını atladım. Okul başladı. Ekim ayında ise sınıfa Kıbrıslılar geldi. Benim için önemli bir gündü. Şu 1963 yılından beri hep ana gündem maddelerimizden biri olan, şehirlerinin, kasabalarının isimlerini ezbere bildiğimiz, sonunda da bizim 25 kuruşlarla yapılan gemilerle gidip özgürlüğe kavuşturduğumuz kahramanlarla tanışacaktım.
Modern görünümlü, alçakgönüllü, İstanbul’dan ve yeni ortamdan ürkmüş, olayların etkisi ve akışından daha kendilerini yeni kurtarmışken, yeni bir gailenin içerisine düşmüş kızlı erkekli insanlar geldi. Dilleri bir değişikti. Sanki İstanbullu Rumların aksanıyla konuşuyorlar, sık sık anlamadığım kelimeler de kullanıyorlardı. Kendilerine biraz da yardım edebilme duygusuyla yaklaştım. Diğer arkadaşlarım nedense daha mesafeli durdular. Zamanla çoğuyla kaynaştım. 1974 benim için özel bir yıldı ama Kıbrıs Harekatı sonucu benim de kıl payı ilk tercih olarak girdiğim Boğaziçi’ne Kıbrıslıların gelmesi, onların arasından biriyle arkadaşlık kurup, beş yıl sonra evlenmem ve 1990’lı yıllarda KKTC vatandaşı olmam herhalde kaderdi. Benim 25 kuruşlar galiba hayatımın en önemli yatırımı olmuştu…”
Kaynak: Kıbrıs’ta Denizi Göremeden-60’lı Yılllar. Zehra Eliçin, Birinci Baskı Aralık 2013, İkinci Baskı Ocak 2021, Cinius Yayınları, ISBN: 978-606-127-859-9 Sahife 155-163
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.