Ocak 2007’de Türkiye ve Alpler dışında bir kayak bölgesi görmeye karar vermiştik. Yarı tatil, yarı mesleki merak gidermek için Laponya’da karar kıldık. Aralık başında o zamanlar İstanbul- Elmadağ’da bulunan Finlandiya Konsolosluğu’nun vize bölümüne gittim. Doğal olarak niye Finlandiya’ya gitmek istediğimi sordular. Kayak için gittiğimizi söyleyince işlemleri yapan Finli kadın beni uyardı. Finlandiya’da kayak Alpler’e benzemez, yüzünüzü iyice kapatacak kar maskesi almayı unutmayın dedi.
Finlandiya 5.5 milyon nüfuslu bir ülke. Bir buçuk milyonu Helsinki ve yakın çevresinde yaşıyor. Yani ülkenin güney sahili dışında kalan bölümü adeta bomboş. 338,500 km2 yüzölçümü olan bu ülke ormanlar ve göllerle kaplı. Komşuları Rusya, Norveç ve İsveç, güneyde ise Finlandiya Körfezi’nin hemen karşısında Estonya ile komşu. Dilleri de birbirine çok benziyor. Ülkenin başkenti Helsinki. Onüçüncü yüzyıldan 1809’a kadar İsveç idaresinde kalan Finlandiya, daha sonra Rus yönetimi altına girmiş ve 1917 Bolşevik ihtilali sonrasında bağımsızlığına kavuşmuş. Dünyanın en gelişmiş toplumlarından biri. Eğitim sistemi dünyaya örnek, özgürlükler en üst düzeyde. Koalisyonlarla yönetiliyor.
Bu çok kısa Finlandiya bilgisinden sonra yeniden seyahatimize dönelim. Gideceğimiz yer Finlandiya Laponyası’nda Yllasjarvi isimli bir köydü. Kutup dairesi içerisinde İsveç sınırına yakın bir kayak bölgesi olan Yllasjarvi, Demre’de yaşamış olan Aziz Nikolas, namı diğer Noel Baba’yı sahiplenip, turizmden büyük paralar kazanan meşhur Rovaniemi’nin bile epey kuzeyinde kalıyor.
İstanbul-Helsinki arası biletlerimizi THY’nin miles&smiles puanlarıyla aldık. Devamında Finnair ile Kittila isimli bir kasabanın havalimanına uçulacaktı. Finnair yurtiçinde düşük maliyetli havayolu mantığıyla uçuyormuş. Yllasjarvi, Kittila’nın hemen batısında ve İsveç sınırına çok yakın.
Daha önce yaz döneminde Norveç Laponyası’na gitmiştim ama, bu sefer kış olduğundan farklı bir seyahat olacaktı. Ancak, seyahat pek iyi başlamadı. THY İstanbul’dan bir buçuk saat rötarla kalktı. Helsinki’ye vardığında ise geç gelme nedeniyle uçağın havada bir süre dolanması gerekti. Gecikme iki saati geçti. İndiğimizde bağlantı uçağının kalkışına sadece yarım saat kalmıştı. Kabin ekibinden izin alarak uçaktan ilk biz çıktık ve Helsinki Havalimanı’nın ahşap zemininde koşturmaya başladık. Üzerimizde kalın kıyafetler olduğundan ter içerisindeydik. Pasaporttaki kadın bağlantı sorunumuzu duyunca büyük bir iyi niyetle mühür bile vurmadan hızla bizi geçirdi. Biniş kartlarımız elimizde olduğundan uçağımızın yanaşmış olduğu körüğe koştuk ve tam kapı kapanırken uçağa bindik. Tabii bagajlar ertesi günkü uçağa kaldı.
Bir iki dakika sonra uçak hareket etti. Helsinki- Kittila arası İstanbul-Antalya kadar sürüyor. 55 dakika sonra A320’miz Kittila Havalimanı’na indi. Apron karla kaplı, hava buz gibiydi. Yürüyerek binaya girdik. O sırada parkamın cebine koyduğum pasaportumun yerinde olmadığını fark ettim. Alelacele kabindeki el bagajı bölmesine tıkıştırdığım parkanın cebinden düşmüştü herhalde.
Telaş içerisinde, binanın kapısına dönüp ilgili personele durumu anlattım. Koltuk numaramı bile verdim. Ancak, kadın “uçak yolcu almaya başladı, artık pasaportu arayamayız, uçak gecikmeye girer” dedi. Finair Kittila’da 30 dakikadan az kalıyordu. Laponya’da pasaportsuz kalmıştım. Pasaport uçakta olabileceği gibi, az bir ihtimal olsa da Helsinki’de pasaport memurundan, körüğe koşarken terminalde de düşmüş olabilirdi.
Bir Finnair personeline pasaportumla ilgili detayları, otelimin adresini ve cep telefonumun numarasını verdim. Pasaport bulunursa beni arayacaklardı. Ayrıca ertesi gün gelecek uçaktan çıkacak olan kayaklar ve bavulları otelimize teslim edeceklerdi. Daha sonra hepimize birer çift çorap, birer fanila ve tuvalet kiti verdiler. İlk gece için yeterliydi. Yanımıza kabin bagajı olarak sadece kayak botlarını almış olduğumuzdan Finnair’in verdiği malzeme ve üstümüzdekiler dışında giyecek hiçbir şeyimiz yoktu.
Kittila Havalimanı’ndan bizi 36 km uzaklıktaki Yllasjarvi’ye götüren otobüse bindik ve karanlıkta, zemini karla kaplı bir yolda, ormanlar arasında ilerlemeye başladık. Yarım saat sonra konaklayacağımız yere varmıştık.
Finlandiya tüm İskandinavya ülkeleri gibi oldukça pahalı bir ülke. O nedenle bir apartotelde kalmayı ve yemeğimizi kaldığımız yerin mutfağında pişirmeyi planlamıştık (gerçi artık biz Türklere ucuz hiçbir yer kalmadı ama o konuyu fazla kaşımayalım). Kaldığımız yerde binanın altında bulunan küçücük bir bakkaldan yiyecek bir şeyler aldık ve yattık.
Ertesi sabah Türkiye’nin Helsinki Başkonsolosluğu’nu arayıp durumu anlattım. Bana Helsinki’de hemen bir pasaport çıkarılabileceğini, ancak bu işlem için bizzat gelmem gerektiğini anlattılar. Hem iyi bir haberdi, hem de tatilimiz rezil olacağından kötü bir haberdi. Fotoğraf, kimlik fotokopisi ve imza yollayıp yeni pasaportun bana yollanmasını sağlamak mümkün değildi.
Bu arada bavullar geldi. Her şey tamamdı. Biraz sonra bir telefonla asıl iyi haber de geldi. Arayan Helsinki Havalimanı’nda yer hizmeti veren bir firmadandı. Benim pasaport uçakta tam tanımladığım yerde bulunmuştu ve kaldığım adrese yollayacaklardı.
Biz de artık o gün kayak yapmaya vakit kalmadığından, yakında olduğunu öğrendiğimiz bir markete alışverişe gitmeye karar verdik. Sıkıca giyinip tam vaktinde gelen otobüse bindik. 15 dakika sonunda marketin önündeki durakta indik. Hava sıfırın altında 10-15 derece civarındaydı.
Market dediğimiz yer, İstanbul’daki bir M Migros büyüklüğündeydi. Meyve ve sebze olarak son derece cılızdı ve hepsi eciş bücüş, kısmen donmuştu. Biz diğer ihtiyaçlarımızı alıp kasaya ödeme yaptık. Ancak dönüş otobüsüne 45 dakika vardı. Aldıklarımızla dışarı çıksak herşey donacaktı. Neyse ki çaresi de hazırdı. Ödemeyi yaptıktan sonra çıkışta kilitli dolaplar vardı ve herkes eşyasını bu dolaplara koyuyordu. Biz de öyle yapıp dışarı çıktık. 150 m ötede hediyelik eşya satan bir mağaza görmüştük. Oraya kadar yürüyüp, otobüs saatine kadar mağazada vakit geçirdik.
Ertesi sabah, bu kez kayak için dışarı çıktık. Kar maskelerimiz dahil tam teçhizatlı olarak hemen yakındaki teleskiye kadar yürüdük. O mevsimde kutup dairesinin içerisinde hava doğal olarak karanlık oluyor. Saat 11:00 civarı ufukta beliren güneş, 14:00 civarı yeniden batıyordu. O nedenle tüm pistlerde aydınlatma vardı. Pistlerde de inler, cinler ve biz…
Finlandiya’da yüksek dağlar yok, ancak hava son derece soğuk olduğundan 500-600 metre yükseklikteki tepelerden aşağı kaymak mümkün. Dolayısıyla, Alpler’de, ABD’de, Kanada’da Latin Amerika ve Türkiye’deki gibi manzaralar yok. Ormanlar ve donmuş bembeyaz göllerden başka bir şey görünmüyor. Ayrıca gün ışığı da kısıtlı ve ısı da düşük olduğundan kayak için pek cazip bir yer de değil. Bir kereliğine görmeye değer tabii.
O gün akşamüstü pasaportuma da kavuştum.
Kaymaya başladığımızın ikinci günü hava sertleşti. Öğleden sonra tipi de başlayınca son kez yukarıya çıkıp, kayarak odamıza dönmeye karar verdik. Ancak tam teleskiden inmiştik ki eşimin oldukça eskimiş olan kayak ayakkabısının altı kırıldı. Teleskiyle aşağı inmesi mümkün olmayacağından dağın tepesinde mahsur kalmıştık. İneceğimiz pistte de kar kalınlığı hızla artıyordu.
Sonuçta oğlumuzun aşağı kayıp yardım istemesine karar verdik. Biz o sırada teleskinin üst istasyonunun rüzgar almayan tarafının duvarına sığındık. Yarım saat sonra oğlumuz ve bir görevli kar motosikletiyle geldiler. Artık tipiden göz gözü görmüyordu ve pist de yağış nedeniyle tamamen bol karla kaplanmıştı. Eşim kar motosikletine geçti. Kayakları da yükleyip hareket ettiler. Ben ve oğlum iyice yükselmiş olan bol karda ve tipide, spot ışıkları altında biraz zorlanarak aşağıya indik.
Ertesi gün programımızda donmuş bir gölde balık avlamak vardı. Tıpkı Kars ve Ardahan sınırları içerisindeki Çıldır Gölü’nde yapıldığı gibi. Sekiz on kişilik bir gurupla, rehber refakatinde yola çıktık. Kar motosikletleriyle ormanda bir süre yol aldık. Bu sayede ilk kez kar motosikleti kullanmış oldum.
Donmuş gölde balık tutmak, öyle çizgi filmlerdeki gibi kolay değilmiş meğer. Buz gibi bir havada önce burgu ile bir delik açıyorsunuz. Buz epey sert ve kalın olduğundan epey uğraştırıyor. Sonra mesinanızı, ucunda yem ile sallandırıyorsunuz. Ondan sonra bekle babam bekle
Sonuçta guruptan kimse balık filan tutamadı. Sanırım zaten genelde de pek tutulamıyordu, zira rehberimiz çantasından sosis ve benzeri şeyler çıkardı ve yaktığı ateşte balık yerine bizim için onları pişirdi.
Gezimizin son günü ise bir ren geyiği çiftliği ve buzdan yapılmış bir oteli görmeye gittik. Bu tür buzdan binalara Alpler’de de rastlamak mümkün ama bu benim gördüğüm en esaslısıydı. Tüm bina buz kalıplarıyla üretilmiş. Ayrıca masa koltuk yatak vs gibi mobilyalar da buzdandı. Tabii ki resepsiyon bankosu da…
Son akşam ren geyiği etini de kapsayan yerel Sami mutfağından yemekler sunan bir lokantada karnımızı doyurduk. Ertesi gün Helsinki’de yapacağımız kısa bir duruştan sonra İstanbul’a dönmek için hazırdık.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.