1991 yılının Haziran ayıydı. Tatili ailece kuzeybatı ABD’de geçirmeye karar vermiştik. Pegasus’ta çalıştığımdan ve o yıllarda Aer Lingus Pegasus’un en büyük ortağı olduğundan, Aer Lingus’tan pass bilet hakkımız vardı. Bu da bize böyle geziler yapma olanağı tanıyordu.
Aer Lingus’la NewYork’a ulaştıktan sonra bir iç hat uçuşuna aktarma etmiş, beş buçuk saat sonra San Francisco’ya varmıştık. Oradan da kiraladığımız arabayla Pasifik sahili boyunca kuzeye, Kanada sınırına doğru gitmiş, üç günde Seattle’a ulaşmıştık.
Yolculuk planımıza göre sahilden ulaştığımız Seattle’dan güneydoğuya doğru giderek Mount Rainier üzerinden, Yakama Kızılderili bölgesine ulaşacak, oradan da Columbia nehri vadisini izleyerek tekrar Oregon’a geçecek ve bu kez sahilden uzak bir rotayı takip ederek San Francisco’ya geri dönecektik.
Mount Rainier Seattle’ın kuş uçuşu 95 kilometre güneydoğusunda aktif bir volkan. Zirvesi 4392 metre yüksekliğinde. En son 1894’te patlamış. Önümüzdeki yıllarda tekrar patlaması beklenen bir yanardağ. Dağın çevresi yemyeşil çayırlar, ormanlar ve göllerle kaplı. Bilindiği gibi, kuzeybatı ABD ülkenin en çok yağış alan bölgelerinden. Pasifik’ten gelen bulutlar bu bölgeye önemli oranda yağış bırakıyor. Dağın zirvesi ise karlarla kaplı.
Geceleyeceğimiz yer Mount Rainier Milli Park’ının içerisindeydi. Dağın güney eteklerinde odundan bir kulübede konaklayacaktık.
Sabah Seattle’dan ayrıldık, Tacoma’yı geçtik ve iki saat kadar gittikten sonra Parkı’a girdik. Doğa daha önceden okuyup araştırdığımız gibi çok etkileyiciydi. İki şeritli, dar ama yüksek standartlı asfalt bir yolda kıvrıla kıvrıla yükselmeye başladık. Yollar bomboştu. Arada sırada tek tük bir araç geçiyordu. Zaman zaman duruyor manzaraya bakıyor, fotoğraf çekiyor sonra devam ediyorduk. Günün nasıl geçtiğini fark etmedik bile.
Güneş alçalmaya başladığında elimizdeki haritaya göre kalacağımız yere oldukça yaklaşmıştık. Ben eşim ve oğlum gurubu seyretmek için bir uçurumun kenarında durduk. Etrafta in cin top oynuyor derken yanımızda bir pick-up durdu. Aracı bizim yaşlarda bir sürücü kullanıyordu. Yanında da yaşlı bir adam oturuyordu. Her ikisinin de başlarında kovboy şapkaları vardı. Aracın arkasında asılı bir tüfek göze çarpıyordu.
Her ne kadar ABD taşrasında bu tür görüntülere sık rastlansa da, ben de eşim de biraz huzursuz olmuştuk. Ne de olsa ABD’nin kırsal bölgelerinde, özellikle ‘Vahşi Batı’da her türlü soygun, cinayet olabiliyor ve bu ıssız yerlerde cesetler günler sonra bulunabiliyordu. Uyuşturucu veya alkol
alışkanlığıyla, para ihtiyacı bir araya gelince bu tür olaylar gerçekleşiyor ve sık sık medyaya yansıyordu.
Genç adam araçtan indi ve bizim gibi bir süre gün batımını izledi. Sonra bize yaklaştı ve tipik bir Amerikan deyimiyle “Bugün nasılsınız? (How are you doing today?)“ diye selam verdi. Biz de kendisini yanıtladık. Cipteki yaşlı adam ise araçtan inmemişti ve bize bakmıyordu bile.
Genç adam konuşmaya devam etti. Nereden geldiğimizi sordu. Eşim ve ben bir an göz göze geldik. Karşılıklı mesaj konuşmadan alınmış ve verilmişti. Taşralı, kovboy kılıklı ve büyük bir olasılıkla koyu dindar bir Hrıstiyan olan bu adama Müslüman bir ülke olan Türkiye’den geldiğimizi söylemeyecektik. Eşim, daha önce üniversiteye gittiğimiz Güney Karolina’dan olduğumuzu söyledi. Ne de olsa, adam bir şey sorsa bildiğimiz bir bölgeydi.
Adam gülmeye başladı. “Bu aksanla siz oradan olamazsınız” dedi. Evet Güney Karolina’da konuşulan yayvan güney aksanı ile konuşmuyorduk. Gergin bir şekilde orada okuduğumuzu, aslen Türk olduğumuzu söylemek zorunda kaldım.
Güneş ufukta kaybolmak üzereydi, karanlık basıyordu ve dağın başında bir uçurumun kenarındaydık. Adam Türk kelimesini duyunca bir an duraladı, sonra yaşlı adama seslendi. “Baba bunlar Türk!”. Pick-up’ın açık camından Türk kelimesini duyan adam yavaşça başını bize çevirdi ve bir süre üçümüzü de inceledi. Sonra donuk bir yüzle “Kore’de yaralandığımda beni Mehmet sırtında cephe gerisine taşımıştı” dedi. Bu ilk ve son cümlesi oldu. Sonra başını yeniden ön cama doğru çevirdi. Bir daha da konuşmadı.
Genç adamla havadan sudan kısa bir sohbetimiz oldu. Biz de gerginliğimizi üzerimizden atmıştık. Sonra saygı dolu bir şekilde bizimle vedalaştı, araca bindi, kontağı çalıştırdı ve uzaklaştılar.
Biz de onlardan biraz sonra tekrar yola düzüldük. Kısa bir süre sonra kulübemize vardık. Hava kararmıştı. Yanımızda getirdiğimiz nevaleyi yiyip yattık. Yatakta uzunca bir süre yaşlı adamın Kore’de başından neler geçtiğini, Mehmetçikle hangi çatışmada birlikte bulunduğunu düşünerek uzun bir süre uyuyamadım. Başlangıçta huzursuzluk duyduğumuz bir kısa karşılaşma, içimizde anlatımı zor bambaşka duygular bırakmıştı.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.