1769-1859 yıllarında yaşayan Alman doğa bilimci ve kâşif Alexander von Humbold1 ülkemizde pek bilinmez. Ancak, Berlin’de adına bir üniversitenin de bulunduğu bu bilim adamı, özellikle Kuzey Latin Amerika’ya yaptığı bir gezi sonrasında, dünyanın fauna ve florasının hem kendi içlerinde hem de birbiriyle ilişkili olduğunu fark etmiş ve doğa biliminde yeni bir çığır açmıştır. Evrim teorisini ortaya atan Charles Darwin’i de etkileyen, zamanında Napolyan’la birlikte Avrupa’da yaşayan en meşhur şahsiyet olan von Humbold, kelimeyi hiç kullanmasa da, ekoloji2 biliminin kurucusudur.
İnsanın doğaya hükmetme çabaları ilk defa tarım devrimiyle başlamıştır. Toprağın ekilebilir hale getirilmesi, su kanalları, bitkilerin ıslahı, bazı hayvanların evcilleştirilmesi, madencilik faaliyetleri, insanın ekolojiye yaptığı ilk müdahalelerdir. Daha çok yerel olan bu faaliyetler sık sık bölgeyle sınırlı ekolojik sorunlar yaratmıştır. Ancak, insanların o bölgeleri, yok ettikleri doğa nedeniyle büyük oranda terk etmeleri nedeniyle, doğa her zaman olmasa da genellikle bir süre sonra kendini toparlayabilmiş veya yeni bir ekolojik denge oluşturmuştur.
1712’de buhar makinasının icadıyla başladığı kabul gören endüstri devrimi, insanların ekolojiye müdahalesini daha da arttırmıştır. Sanayinin ihtiyaç duyduğu hammaddeler, madencilik, yoğun tarım ve hayvancılık, bir yandan dünyanın yenilenemeyen doğal kaynaklarını tüketmeye başlamış, öte yandan da sanayi toplumlarının ürettiği atıklar, doğa tarafından dönüştürülemez hale gelmiştir.
Endüstrileşme sonucu, geçmişte büyük oranda stabil olan dünya nüfusu, 1800’lerin başında bir milyara ulaşmıştır. Nüfus 1927’de iki milyar, 1971’de dört milyar, 2011’de yedi milyar olmuş, 2021’e girerken ise 7.8 milyara ulaşmıştır. Nüfus artışı yavaşlamakla birlikte, tahminlere göre dünya nüfusu 2050’de 9.7 milyara, 2100 yılında ise 11.2 milyara ulaşacaktır.3 Yani insanlık, parçası olduğu ekolojinin kanseri haline gelmiştir. Eğer kendisinde var olduğu iddia edilen yüksek düşünme yeteneğini doğru kanalize etmezse, canlıların vücudunda kontrolsüz gelişen kanser gibi, sonunda kendi çevresini de yok ederek, varoluşuna son verecektir.
Bazı bilim insanları dünyanın yeni bir jeolojik çağı yaşamakta olduğunu iddia etmektedir. Başlangıç tarihi üzerinde fikir birliği olmayan bu çağa antroposen (anthropocene), yani insan türünün yeryüzüne etki etmeye başladığı çağ da denmektedir. Maalesef antroposen döneminde insan, yeryüzünü yönetmekte doğa kadar başarılı olmadığından, ekolojik denge bozulmuş, üç ciddi sorunla karşı karşıya kalınmıştır. Bunlar, küresel ısınma, su kirliliği ve okyanusların asidifikasyonu, ve biolojik çeşitliliğin hızla yok olmasıdır Von Humbold’un ekoloji yaklaşımıyla baktığımızda da, her üçünün birbiriyle ilişkili olduğu hemen anlaşılmaktadır.
Bu sorunların aşılması için acil ve oldukça radikal tedbirler alınması gerekmektedir. 1988’de Birleşmiş Milletler (BM) tarafından oluşturulan Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli (İngilizce: Intergovernmental Panel on Climate Change, kısaca IPCC), tüm bu konularda dünyada yapılan çalışmaları derleyerek, sorunları belirlemekte ve değişik senaryolar altında dünyanın yakın, orta ve uzun vadede nasıl bir şekle bürüneceğini tahmin etmeye çalışmaktadır. İlk raporunu 1992’de yayınlayan panel, o günden bugüne kadar beş rapor yayınladı ve şu sıralar altıncı raporunu kısım kısım yayınlamaya başladı. Rapor 2022’de tamamlanacak.
IPCC’nin 2018’de yayınladığı özel rapora göre ise, hızla ısınmakta olan yerküremizin endüstri öncesi döneme göre 2*C’den fazla ısınması halinde yerkürede geriye dönüşü olmayan değişiklikler olacak ve bu da insan yaşamını düzeltilemeyecek şekilde sıkıntıya sokacak.
O nedenle, 2020’de imzalanan Paris Antlaşması (Paris Agreement under the United Nations Framework Convention on Climate Change)4 uyarınca tüm ülkelerin, küresel ısınmaya en fazla katkısı olan metan ve karbondioksit salınımlarını hızla azaltması gerekiyor. Bu sayede 2*C’den az (tercihan 1.5*C’ye yakın bir noktada küresel ısınmanın durdurulması hedefleniyordu. 21.yüzyılın ikinci yarısına girerken ise, atmosfere salınan sera gazları ile atmosferden doğal olarak emilecek veya insan müdahalesiyle çekilecek gaz miktarının sıfırlanması hedefleniyordu.
Ancak, bu yıl yayınlanan 6. Rapor’un4 ilk bölümü, dünyanın ilk tahminlerden çok daha hızlı ısındığını ortaya koydu. Ayrıca şu anda okyanuslara ve buzullara verilen hasarların bazılarının yüzlerce yıl düzelemeyeceğini de vurguladı. Yine bu rapora göre 2012-2040 arası ulaşılması gereken 2*C’den az, tercihan 1.5 dereceye yakın ısı artışı sınırlamasına ulaşamama ihtimalinin %50’nin üstüne çıktığı vurgulanıyor. Zaten şu anda dünyanın 1.2*C ısınmış olduğunu da vurguluyor. Yani karbon nötr olmak için 2050’yi beklersek geç kalmış olacağız.
Peki ne yapılmalı?
Küresel ısınmaya neden olan metan ve karbondioksit salınımlarının hızla azaltılması en büyük öncelik. Aynı miktar metan salınımının sera etkisine katkısı karbondioksitten daha fazla. Ancak, atmosferde kalma süresi kısa. Dokuz yılda atmosferde kayboluyor. O nedenle ilk iş metan salınımını azaltarak, zaman kazanmamız gerekiyor. Metanın ekonomik değeri de olduğundan bu çaba ekonomiye bir yük de bindirmeyecek. Bu arada karbondioksit salınımını da hızla azaltacağız, ama onun etkisi çok uzun yıllar sürdüğünden (300 ila 1000 yıl) kısa ve orta vadede bize katkısı sınırlı olacak. Sadece daha fazla ısınmayı durdurabileceğiz.
Havaya salınan metanın %40’ı insan kaynaklı. Metan gazının salınımını azaltmanın en ekonomik yolu ise petrol ve doğalgaz üretiminde ve taşınmasında kaçakları ortadan kaldırmak. Büyükbaş hayvanların geyirmesi sonucu da önemli oranda metan çıkışı olduğundan, endüstriyel sığır üretimini ciddi olarak azaltmamız gerekiyor Bunun sonucu olarak da daha az kırmızı et yememiz lazım. Pirinç üretiminde ortaya çıkan metanı ise insanlığı doyurma gereksinimi nedeniyle pek önleyemeyeceğiz. Belki, üretim teknikleri iyileştirilerek bu konunun üzerine gidilebilir.
Karbondioksit işi daha zorlu bir mücadele gerektiriyor. İlk iş, öncelikle karbon salınımı yapan tüm termik santralleri belli bir zaman içerisinde, ama son derece hızlı bir şekilde tasfiye etmemiz, ya da saldıkları gazın havaya karışmasını bazı radikal ve halen pahalı olan teknolojilerle durdurmamız lazım.
Linyit ve kömür santralleri en sorunlu santraller. Yeni bir santralin ekonomik ömrü 30 yıl civarında olduğundan, tüm dünyada bu tür enerji tesislerinin yapımı için moratoryum ilan etmek şart. Bazılarının önerdiği gibi, doğalgaz santrallerine geçiş de çözüm değil. Zira onlar da, kömür veya petrol kadar olmasa da, karbondioksit üretiyor; ayrıca doğalgazın taşınmasında ve üretiminde yukarıda değindiğim metan sorunu var. Dünyanın 2*C’den daha az ısınmasını sağlamak için doğalgaz termik santrallerinden de vazgeçmemiz gerekiyor.
Enerji üretiminin yanı sıra, çelik ve çimento üretiminde de çok miktarda karbondioksit havaya salınıyor. Bu ürünlerin, daha az gaz salınımı sağlayan yeni teknolojilere acilen ihtiyacı var. Bu konularda özellikle Avrupa’da önemli çalışmalar var. Ancak, yaygınlaştırılması büyük sorun olacak.
Dünyamızda ulaşımın kalbini oluşturan içten yanmalı motor kullanımından da hızla elektrikli motorlara geçiş yapmamız şart. Bu araçların da, tabii ki, karbondioksit salınımı yapmayan yöntemlerle elektrik üreten santrallerden beslenmesi gerekiyor. Bu konuda en fazla zorlanacak olan sektörün havacılık olması bekleniyor. Büyük bir olasılıkla, kısa, hatta orta mesafe uçuşların yerini, özellikle Avrupa, Çin ve Japonya’da hızlı trenler alacak. Biyolojik yakıtlar veya elektrikli uçak motoru gibi icatlar daha istenen noktaya ulaşmış değil.
Ayrıca, en ekonomik şekilde bu dönüşümün sağlanması için büyük bir olasılıkla dünya çapında bir karbon borsası oluşturulması ve çok karbon salınımı yapan sektörler ve kurumların, daha temiz üretim yapan sektörler ve firmalardan parasını ödeyerek doğayı karbondioksitle kirletme hakkı satın almaları gerekecek. Bu sayede onlar da temiz üretim yapmaya zorlanacak, zira kirletme hakkının bedeli ürün fiyatlarına eklenecek. AB bu konuda epey yol kaydetmiş durumda ve eğer siz AB’ye kirli enerjiyle üretimi yapılmış bir ürün satmak isterseniz, sınırda karbondioksit vergisi ödemek zorunda kalacaksınız. Yani rekabette zorlanacaksınız.
Doğada akılcı ağaçlandırma, bitki örtüsünü arttırma, karbon tüketen yosunları denizlerde yaygınlaştırma ve klasik çevrecilerin pek hoşuna gitmese de, teknolojik yöntemlerle atmosferden karbon emmek de, “karbon nötr” olmak için kullanılması gereken yöntemler arasında.
Tüm bu çabaların tek tek firmalar veya ülkeler bazında çözülemeyeceği çok açık. Uluslararası bir çalışma yapılmasının şart olduğu açık. Bu amaçla ilk çaba 1997’de imzalanan Kyoto Protokulu5 ile gösterilmiş. Ancak, başta ABD olmak üzere pek çok ülke bu protokolü ciddiye almadığından, bir sonuç alınamamış.
Bu protokolün önemli özelliği, endüstrileşmiş ülkelerin karbondioksit salınımıyla on yıllarca küresel ısınmaya katkı yaptıkları, o nedenle kendi ülkelerinde alacakları tedbirlere ek olarak, gelişmekte olan ülkelere de gerekli tedbirleri alabilmeleri için ciddi finansal katkılarda bulunması gerekliliğini bir prensip olarak ortaya koyması.
Ancak, Clinton yönetimince benimsenen bu yaklaşımın senatodan geçmeyeceği anlaşılınca, Bush döneminde ABD bu protokolden çekilmiş. Bunu başka ülkeler izlemiş. Türkiye ise verdiği önemsiz bazı sözleri bile yerine getirmediği gibi, dünyada böyle bir sorun yokmuşçasına son derece hızlı bir şekilde karbondioksit salınımını arttırmış. Kyoto Protokolü’ne 36 gelişmiş ülke bağlı kalmış, ancak %24 oranında azalttıkları küresel karbon salınımı, diğer ülkelerin hiçbir çaba göstermemesi sonucu, küresel olarak %32 artmış. Yani Kyoto başarısız olmuş.
Felaketin hızla yaklaşmakta olduğunu gören bilim insanları, çevreciler ve bazı entellektüeller bu konuda çaba harcamaya devam etmişler. Bu çabaların sonucu 2015’de Paris’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı toplanmış. Bu toplantıda 197 ülke tarafından bir iklim sözleşmesi kabul edilmiş.
Paris İklim Sözleşmesi aşağıdaki ana maddelerle özetlenebilir.
- Uzun dönemde, küresel sıcaklık artışının, sanayileşme öncesi döneme göre 2 derecenin altında kalmasının sağlaması.
- Sera gazı salınımının küresel seviyede azalma eğilimine geçirilmesi.
- Anlaşma yürürlüğe girdikten itibaren, bilimin elverdiği her türlü olanağı kullanarak, sera gazı salınımını azaltacak her türlü önlemin kısa sürede devreye alınması.
- Bilinmesi gereken bir konu da, anlaşmayı imzalayan devletlerin geri çekilmeleri durumunda bir cezaya çarptırılmıyor olmaları.6
İmzaya açılmasından beri beş yıl geçen bu sözleşmeyi, TBMM’ye getirip, onaylamayan Türkiye ise, Eritre, İran, Irak, Libya, ve Yemen gibi dünyanın en geri kalmış beş ülkesiyle birlikte bu sözleşmeyi uygulamaktan bugüne kadar imtina etmiştir. Türkiye sera gazı salınımını azaltmayı hiçbir şekilde kabul etmemekte, sadece artışı yavaşlatabileceğini söylemektedir.
Yani, Türkiye maalesef bu konuda ciddi olarak sınıfta kalmış durumda. Ağırlıklı linyit olmak üzere, termik santral yapımına devam ediyor, sanayi üretimi, yoğun karbon salınımına neden olan çimento, çelik ve bunları girdi olarak kullanan inşaat üzerine kurulu. Yenilenebilir, aynı zamanda çevreye zarar vermeyen güneş enerjisi yatırımları ise yetersiz.
Türkiye’nin bu konudaki mevzuatı da yetersiz. Örneğin, bireylerin kendilerinin finanse edeceği çatı panellerinin kullanımını bile ciddi şekilde engelliyor. Amaç garanti verilen üretim ve dağıtım firmalarını kollamak gibi… Mevzuatta olanlar ise uygulanmıyor. Filtre takılması gereken termik santrallerin durumu ortada.
Sürekliliği olmayan güneş ve rüzgardan üretilen elektriği depolamak, pik tüketim zamanlarında kullanmak için hiçbir çaba gösterilmiyor. Akıllı enerji dağıtım şebekesine yatırım yok. Temiz yöntemlerle hidrojen üretip, sanayide kullanmak veya ihraç etmek için hiç bir çaba yok. Devleti yönetenler, daha fazla termik santral yapmak, doğalgaz çıkarmak, boru hatları ve tankerlerle ülkeye gaz taşımak gibi, yakında çağdışı olacak yatırımlara son hız devam etmek niyetinde. Ya durumun farkında değiller, ya da birilerine çıkar sağlamak ön planda.
Daha da kötüsü, önümüzdeki yıllarda hızla artacak olan seller, şiddetli fırtınalar, orman yangınları gibi konularda ülkemizi ve halkımızı korumak için hiçbir tedbir alınmıyor. Denizlerin yükselme hızının artması beklenirken, bizler sahilleri doldurup kullanıma açıyoruz. Havadan karbondioksit emmesi nedeniyle orman alanlarımızı genişletmek gerekirken, biz madenler, sanayi, karayolu ağırlıklı ulaşım altyapısı ve turizm yatırımları için ağaç kesilmesine göz yumuyor, adeta teşvik ediyoruz.
Bu yıl başımıza gelen kuraklık, geçici bir olay değil. Önümüzdeki yıllarda daha vahimlerini göreceğiz, ama biz su tasarrufu konusunda da hiç bir şey yapmıyoruz. Tarım sulamasında hala açık sistem kullanılıyor. Damla teknolojisi konusunda devletin hiçbir çabası yok. Kuraklığa dayanıklı tohum üretiminde dişe dokunur bir çalışma söz konusu değil.
Bu tür zafiyetlere daha pek çok örnek vermek olası. Sonuçta, Türkiye 19. yüzyıl sanayi anlayışı ve ekolojik sorunlara 20. yüzyıl bakış açısıyla, modern toplumlardan hızla uzaklaşıyor. Böyle devam edersek, küresel felaketler konusunda da daha pek çok imtihanla karşılaşacağız. Fıtrat, ne diyelim?
1 İlgi duyanlar için kitap önerisi: The Invention of Nature: Alexander von Humboldt’s New World Paperback – Illustrated, October 4, 2016 by Andrea Wulf (Author) 576 sayfa. Türkçesi yok.
2 Genel olarak dünyadaki tüm canlıların birbirleri ile ve çevreleri ile olan ilişkilerini inceleyen bilim dalının adına ekoloji adı verilmektedir. https://www.ekoloji.com/ekoloji/ekoloji-nedir/
3 https://www.dw.com/tr/d%C3%BCnya-2021-y%C4%B1l%C4%B1na-78-milyar-ki%C5%9Fiyle-giriyor/a-56011588
4 https://www.ipcc.ch/report/sixth-assessment-report-working-group-i/
5 https://en.wikipedia.org/wiki/Kyoto_Protocol
6 https://www.birgun.net/haber/3-maddede-paris-iklim-anlasmasi-nedir-163136
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.