Geçen hafta anlattığım Arjantin’in Mendoza Bölgesi’nden sonra yolumuza batı yönünde devam ettik. Hedefimiz And Dağları’nın aşarak Şili’nin başkenti Santiago’ya ulaşmaktı.
Erken kalktığımız o sabah saat 6:20’de otobüs terminalindeydik. 7:30’da iki katlı bir otobüsle yola çıktık. Biz alt kattaydık ve maalesef yerimiz pek iyi değildi. Koltuklarımızın hemen önünde kontrplaktan bir paravan vardı. Yolculuk yedi saat sürecekti. Halbuki bu seyahati otobüsle yapmamızın nedeni And Dağları’nı yakından görmekti. Yoksa uçakla da gidebilirdik… Yerimiz keşke üst katta olsaydı diye ister istemez biraz hayıflandım. Dışarısını, eşimin yanındaki pencereden izlemek zorunda kalacaktım.
Koridorun diğer tarafında tekli koltuklar vardı ve bir küçük kızla annesi arka arkaya oturuyordu. Anne arada bir öne gelip kızına bakıyor, bir şeyler söylüyordu. Bu durumda eşimin aklına cin bir fikir geldi. Hiç İspanyolcası olmadığı halde kadına gidip, beden dili yardımıyla, “arzu ederseniz siz kızınızla bizim yerimizde yan yana oturun; biz kendimizi sizin için feda ederiz” anlamına gelen bir şeyler söyledi.
Kadın hemen kabul etti ve defalarca teşekkür etti. Bu sayede biz de arka arkaya cam kenarlarına yerleşmiş olduk. Üstüne para istemediğimize de sonradan üzüldük. Hani Mark Twain’in Huckleberry Fin romanında upuzun bir duvarı boyaması istenen Huck Fin’in bu işi çok keyifli bir iş gibi gösterip, arkadaşlarına ufak tefek hediyeler de alarak pazarlaması gibi.
Biraz sonra bağlar arasından dağlara doğru yol almaya başladık. Bu arada eşim Zehra ve kardeşi Nuran, Şili gümrüğü ve pasaport kontrolü için gerekli formları doldurdular. Formların İspanyolcası İngilizcesi’nden daha iyi anlaşılıyordu! Şili’ye girerken yiyecek sokmak yasak olduğundan Türkiye’den getirdiğimiz badem, cevzi, kurutulmuş erik ve kayısıları sınıra kadar tüketmeye çalıştık. Bağlar bittikten sonra uzun bir rampayı tırmanmaya başladık. Etraf çoraklaştı ve ilerde karlı dağlar belirgin olarak gözükmeye başladı.
Daha sonra uzunca bir süre hızla akan bir ırmak boyunca tırmanmaya devam ettik. Yanımızda da dar ve operasyonel olmayan bir demiryolu hattı bizi izliyordu. Ara sıra tünellere girip çıktık. Dağlar kızıl bir renk almıştı.
Bir süre sonra bir yaylaya ulaştık. Solumuzda kuru bir nehir yatağı yer alıyordu. Bölge Bolivya’nın Altiplano diye tanımlanan yüksek irtifadaki geniş düzlüklerini anımsatıyordu.
Arkasından yeniden dar bir vadiye girdik. Etrafımızdaki yüksek dağların çoğu 6000 metrenin üstündeydi. Amerika Kıtası’nın en yüksek dağı da bu rota üzerinde. Adı Anconcagua. Üstü tamamen karla kaplı ve 6.963 metre yükseklikte. Aynı zamanda, Himalayalar silsilesi dışında bulunan dünyanın en yüksek dağı. Yol hemen yakınından geçtiği için tüm ihtişamı ile görmek olasıydı.
Heybetli dağlar arasından geçerken, sık sık çığa karşı yolu korumak için yapılan uzun, yarı açık, beton tünellerden geçiyorduk. Arjantin’den Şili’ye geçerken kullandığımız boğazın adı Uspallata. Başka iki ismi daha varmış. Denizden yüksekliği 3810 metre. Hayatımda geçtiğim en yüksek rakımlı dağ geçidi.
Yola çıktıktan üç saat sonra, saat 10:30’da, Arjantin’den ayrıldık ve iki ülkeyi ayıran geniş bir tampon bölgeye girdik. Burada oldukça uzun, bir tarafı açık bir tünelin içerisinde bir süre yol aldık. Bir yandan da alçalıyorduk. Yedi dakika sonra tünelden çıktık. Derken ikinci bir tünel… Tünelden sonra da dar bir vadide yüksek bir eğimle aşağı doğru inmeye devam ettik. Sonunda Şili sınır kapısına vardık. Burada iki ülkenin pasaport memurları yan yana oturuyordu. Biri çıkış işlemini diğeri giriş işlemini yapıyordu. Zaten dilleri de ortak olduğundan, herhalde sohbette de sıkıntı çekmiyorlardı.
Sınırdan geçiş pek kolay olmadı. Otobüs biletlerimize, bilgisayar sistemlerinde Türkiye olmadığından Meksika yazıldığını, organizasyonumuzu yapan Buenos Aires’li tur organizatörümüz İzabel fark etmiş ve bu sayede biletlerin arkasına bir açıklama eklettirmişti. Yine de Şili pasaport memurlarına durumu açıklamamız gerekti. Ancak bu sefer de, daha önce hiçbir Türk’e işlem yapmadıklarından, vize gerekir mi diye telefonla bir yerleri aramak zorunda kaldılar. Sonunda pasaportalarımıza giriş mühürleri vuruldu.
Sıra geldi gümrük kontrolüne. Ben mevzuatı daha önceden okumuş olduğumdan, Şili’nin bu işi çok sıkı tuttuğunu, et, süt, meyve, bitki vs’ye izin vermediklerini, köpeklere koklattıklarını ve tarım ürünü ile yakalananlara 300$ ceza kesildiğini öğrenmiş ve tedbiren gruptakilere anlatmıştım.
Bunun nedeni, meyve ve sebze ihracatından büyük döviz girdisi olan Şili’nin, Arjantin’den bitkisel hastalık gelmesinden çok çekinmesiymiş. And Dağları sayesinde, Arjantin ve Brezilya’nın Amazon Ormanları’ndan gelebilecek hastalıklara karşı Şili doğal olarak korunuyor. Ayrıca insanların yanlarında bitki taşıyarak ülkeye hastalık sokmamaları konusunda da oldukça titiz davranılıyor.
Eşim bu konudaki uyarılarımı önce pek ciddiye almadı. Benim pimpirikli olduğuma, her riski gözümde büyüttüğüme inandığından, yine böyle davrandığımı düşünmüş olacak ki, Arjantin’de kopardığı ve Türkiye’ye götürmek istediği bir bitkiyi yanında taşımaya devam etti. Ancak, sınırda doldurtulan bir forma, yanında bitki ve meyve olmadığına dair imza attırılınca çekindi ve sonunda bitkiyi attı.
Gerçekten pasaport kontrolünden sonra, gümrük alanına geçtiğimizde tüm bavullar tarım ürünleri olup olmadığını belirlemek için röntgen cihazından geçirildi. Nuran’ın çantasından açılmamış bir leblebi paketi çıktı; ama sorun değilmiş. O sırada sempatik, açık renkli bir Labrador da geldi ve Zehra’nın el çantasını heyecanla koklamaya başladı. Gümrükçü Zehra’ya ‘çantanızda gümrük mevzautına aykırı bir şey var mı?’ diye sordu. Zehra ‘yok’ yanıtını verince memur çantanın boşaltılmasını istedi. Bu arada görevli Labrador ön ayaklarından biriyle adeta çantanın belli bir yerini işaret ediyordu ve bu işten de büyük bir keyif duyduğu belli oluyordu.
Çantanın içinden, gümrük binasının duvarındaki posterde üzerinde kırmızı bir çarpı işaretiyle gösterilen yeşil elmalardan bir tane çıktı. Neyse ki buralarda insanlar yumuşak ve Avrupa’dan farklı olarak, Türk olmamız nedeniyle olumsuz bir tutum içinde değillerdi. Elmayı aldılar ve hemen Zehra’nın gümrük deklare formunu değiştirttiler. Biz yeniden otobüsümüze binerken Labrador da keyifle yeşil elmasını yiyordu. İşini neden büyük bir keyifle yaptığını öğrenmiştik…
Tekrar yola çıktık. Artık yılan gibi kıvrılan bir yoldan adeta bir çukura iniyorduk. Yolun aşağı bölümleri zaman zaman görünmüyordu. Ara sıra kısa, bir tarafı açık tünellerden geçiyorduk. Bu tüneller heyelana ve çığa karşı yapılmış. Etraf kayalık yalçın dağlar. And Dağları’nın batıya bakan ve Şili’de kalan yamaçları çok daha dik.
Yol o kadar virajlıydı ki, kavisleri yarış pisti gibi içe doğru eğimli yapmışlardı.
Bu müthiş virajlar 45 dakika sonra sona erince, yemyeşil bir vadiye ulaştık. Etraf çok düzenli meyve bahçeleriyle kaplıydı. Ayrıca bağlar da vardı.
Şili’de şehirlerarası yolların büyük kısmı paralı ve standardı çok yüksek. Biz de kısa bir süre sonra paralı bir otoyola girdik. Akşamüstü Santiago’ya vardık.
Otobüs garajı 30 sene evvelki İstanbul’un Topkapı Garajı’nı anımsatmaktaydı ve etrafta yoksulluk gözlemleniyordu. Otelin olduğu bölge ise Bağdat Caddesi standardındaydı. Bu ülke Türkiye, Brezilya ve Arjantin gibi ülkelerden %70 daha zengin, ama gelir dağılımı bozuk. Devletin ve sistemin Arjantin ve Brezilya’dan daha iyi çalıştığı hemen farkediliyor. Madenler, balıkçılık ve tarıma dayalı ekonomisi bizden daha güçlü.
1973’de CIA destekli bir darbe ile Allende’yi devirip iktidara gelen Pinochet’in ülkeyi diktatör olarak yönettiği dönemde, neo-klasik ekonomiyi en radikal şekliyle savunan Chicago Üniversitesi mezunları ve akademisyenleri, düşüncelerini Şili’de uygulamaya sokmuşlar, ülkeyi adeta bir laboratuvar gibi kullanmışlar. Ülke ciddi şekilde zenginleşmiş. Ancak, işçi sınıfı ve köylüler, yerliler bu zenginlikten yeterince pay alamamışlar.
Şu sıralar ülkede Allende’den 50 yıl sonra ilk kez genç bir sosyalist lider yeniden iktidarda. Bozulan sosyal yapı ve gelir dağılımını yeniden düzeltmesi ümit ediliyor. Ne yapacağı hem ülkede, hem de dünyada merakla izleniyor. Ayrıca, toplumun geniş katılımıyla, yeni bir anayasa hazırlığı da var. Bu amaçla oluşturulan bir kurucu meclis de çalışmalarını tamamlamak üzere.
Pinochet döneminde pek çok kişi işkence görmüş, ortadan kaybolmuş. Bunların yetmişbeş kadarı Santiago Stadyumu yapılırken tribünlerin duvarlarına gömülmüş. Yıllar sonra duvarlar kazınıp cesetler çıkarılmış ve toprağa verilebilmiş.
Seyahatimize geri dönersek; otele geldiğimizde saat 16:00’ya yaklaşıyordu. Sıcağın geçmesi için odalarımızda saat 18:00’e kadar dinlendik. Bu arada, yan odada kalmakta olan Nuran’ın el çantasından da bir yeşil elma çıktığı haberi geldi! Sınırda görevli neşeli ve doğası gereği yemeğe pek düşkün olan Labrador, Zehra’nın çantasındaki elmaya konsantre olunca, kardeşinin ülkeye kaçak elma soktuğunu fark etmemiş demek ki… Şili tarım alanlarına hastalık bulaşmasını engellemek için de, Nuran elmayı yemek suretiyle derhal imha etti.
Sonra çıkıp para bozdurduk ve kentin en işlek caddesi üzerinde olan Atatürk’ün rölyefini görmeye gittik. Yarım saat yürüdükten sonra karşılaştığımız görüntü beni çok duygulandırdı. Dünyanın öbür ucunda kent merkezinde, bakımlı bir parkın girişinde, üzerinde metal bir Atatürk kabartması ve ay yıldız olan bir taş yapıt. Mustafa Kemal Atatürk yazısının altında, kendisinin Türkiye’yi kurduğu ve yeni bir vizyon verdiğini anlatan, insanlığın yetiştirdiği büyük bir değer olduğunu vurgulayan İspanyolca bir kitabe…
Yorucu bir günün sonrasında bir restoranda akşam yemeğimizi yiyip otelimize geri döndük. Zaman farkının da bünyeyi etkilediği bu tür yolculuklarda iyi dinlenmek önemli olduğundan günü vakitli sonlandırdık.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.