Ortaokul ve liseyi İstanbul Alman Lisesi’nde okudum. Derslerim pek iyi değildi. Almanca dersinde epey zorlanıyordum. Ortaokulun son yılında annem bir veli toplantısında, hem sınıf hocamız, hem de Almanca öğretmenimiz olan Herr Stolzenberg’ten, liseye başlamadan Almancamı ilerletmem için o yaz Almanya’ya gitmem konusunda yardım istemişti. Herr Stolzenberg de yardımcı olmuş, İstanbul’a gelmeden önce bir okulda müdürlük yaptığı Kuzey Almanya’da bulunan Plön’de bana bir kampta yer ayarlamıştı.
Amcam Danimarka’da gemi inşa mühendisi olarak çalıştığından dedem ve babaannem de o yaz küçük oğullarını ziyarete gideceklerdi. İki programı bu sayede birleştirmek mümkün oldu.
1970 Haziran ayında okul kapandıktan sonra, bir sabah çok erken bir vakitte babaannem ve dedemle Taksim’de Mete Caddesi’nin hemen girişinde ve Atatürk Kültür Merkezi’nin hemen yanında olan Bosfor Turizm otobüs acentasına gittik. O günün şartlarına göre oldukça konforlu olan bir otobüse bindik. Otobüs saat 7:00’de hareket etti. Öğle yemeği Kapıkule’de BP Mocamp’ta yenildikten sonra sınırdan geçildi. Sert yüzlü Bulgaristan Halk Cumhuriyeti pasaport polisi ve gümrük memurlarının incelemeleri epey uzun sürdü. Bu arada herkese zorla dolar karşılığı dört leva para bozdurtuldu. Daha sonra yola koyulduk. Bulgaristan’ın fakirliği her yanından akıyordu. İddia edildiğine göre anayol dışında kalan yollardaki evlerin camı bile yokmuş ve karton ve naylonla kapatılırmış.
Bir süre sonra Türklerin yoğun olduğu söylenen Filibe’den geçtik. Ağır trafik cezaları yazabilmek için, yolda karşımıza aniden bir tepe üstünde çok düşük hız sınırlaması getiren trafik işaretleri çıkıyor, tepenin ardında da trafik polisi ve seyyar döviz büroları görülüyordu.
Oniki saati aşan uzun bir yolculuktan sonra akşam Sofya’ya vardık ve şehrin en iyi oteli olduğu söylenen kamuya ait Intourist oteline yerleştik. Şehir merkezi sodyum lambalarıyla pırıl pırıl aydınlatılmıştı. Otelde çok standart bir yemek yedikten sonra yattık.
Ertesi sabah, Sofya’dan yine çok erken yola çıktık. Kent o zamanki Yugoslavya sınırına çok yakın olmasına rağmen, yol çok berbattı ve sınıra varmamız bayağı uzun sürdü. İki ülke arasında ciddi bir sınır ihtilafı olduğundan Bulgarlar yolu bakımsız bırakmışlardı. Nihayet Tito’nun Yugoslavya’sına girdik, Niş’i geçip kuzeye doğru yol almaya başladık. Yugoslavya o zamanlar Sovyetler’den daha bağımsız bir sosyalizm uyguluyordu. Devletinkiler dışında çalışanların yönettiği fabrikalar ve tarım arazileri vardı. Buna özyönetim deniyordu. Türkiye’de de Bülent Ecevit bu modeli fikren çok benimsemişti ama bizde hiç uygulanmadığı gibi Yugoslavya’da da sonunda başarısız olduğu ortaya çıktı.
Yugoslavya o zaman Bulgaristan’dan kat be kat zengin, halk da biraz daha özgürdü. Yollar çift gidiş çift geliş, bazı yerlerde de otoyol standardındaydı. Bir gün boyu dümdüz bir ovada ve sıcak bir havada, mısır tarlaları arasında seyahat ettik. İnanılmaz derecede sıkıcı olduğunu hatırlıyorum. Öğle yemeği için durduğumuz Belgrad’dan hatırladığım ise, katedrale benzer bir bina ve blok blok apartmanlar… Sanırım TOKİ oralara bizden en az 20-30 yıl önce gitmişti.
Akşam hava kararırken Avusturya sınırındaki Maribor kentine vardık. Etraf değişti. Avusturya mimarisinin baskın olduğu bir kentteydik. Otelimiz küçük ve çok güzeldi. Maribor’un bulunduğu Slovenya, Birinci Dünya Savaşı öncesinde zengin Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası olduğundan, 1970’de de Yugoslavya’nın hala en mamur bölgesiydi. Slovenya’da doğa da iklim de değişmişti. Yeşillikler artmış, ovaların yerini dağlar almıştı. Hava da serinlemişti.
Ertesi sabah 9:00 civarı tekrar yola çıktık. Üçüncü gün başlarken artık yorgunluk üstümüze çökmüştü. Biraz sonra sınırı geçip Avusturya’ya girdik. Artık refah çok belirgin hale gelmişti. İşgal görmesine rağmen İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımından kurtulmuş olan Avusturya’nın köyleri ve kasabalarından, nefes kesici doğasını da seyrederek geçtik. Salzburg’dan biraz sonra Alman sınırına ulaştık. O zamanlar Türkler’e Avusturya ve Almanya vize uygulamıyordu. Ayrıca dedemin avukat olduğunu yazan pasaportu, sınır geçişlerini bizim için kolaylaştırıyordu.
Saat 14:30’da Münih’e vardık. Otobüs yolculuğu sona ermişti. Mektuplaşarak rezervasyon yapılmış olan iki-üç yıldız ayarında otelimize gitmek için bir taksiye bindik. Artık dört yıllık eğitimden sonra Almancamı kullanma zamanı gelmişti. Şoföre adresi söyledim, anladı. Ancak, biraz sonra benimle bir şeyler konuşmak istediğinde, ben onun dediklerini hiç anlamadığımı büyük bir panik ve hayal kırıklığı içinde fark ettim. Dört yıl gece gündüz Almanca öğrenmek için çırpın ve bir şoförü bile anlama… Sonradan öğrendim ki Almanca’da değişik lehçeler, diyalektler var ve Bavyera aksanı, Plattdeutsch diyalektinden sonra Almancanın en zor anlaşılanı. Taksici de bize okulda öğretilen Almancayı radyo ve televzyondan duyduğu için anlıyor, ama kendisi annesinden öğrendiği Bavyera aksanıyla konuşuyordu.
İşin daha da kötüsü, sonradan fark ettik ki adam taksisiyle bizi biraz dolandırıp, yüklüce bir para aldıktan sonra, şikayet ederiz diye de çekinmiş olacak ki, otelimizden 200m uzakta bırakmış ve çekip gitmişti. Neyseki uzaktan tabelasını görüp, bavulları taşıyarak otele ulaştık.
O geceyi hem yol yorgunu, hem de Almanca konuşamamam nedeniyle oldukça sıkıntılı ve üzüntülü geçirdim. Bir yandan dört yılda konuşacak kadar bile Almanca öğrenmemiş olmanın üzüntüsü, diğer yandan altı hafta boyunca tek başına Almancayı anlamadan kampta ne yapacağım endişesi…Babaannem ve dedem de Almanca anlamamamı yadırgamışlar, bana moral vermek bir yana, onlar da mahsunlaşmışlardı.
Ertesi gün erken saatte Münih Hauptbahnhof’a gittik. Zaten otele çok yakındı. Bu kez dedeme bilet alırken yardımcı olabildim. Gişedeki robotik adam benim dediklerimi anlıyordu. Okulda bir Almanca dersinde bilet nasıl alınır, tarife nasıl okunur, tren tipleri gibi konular anlatılmış olduğunda, Hamburg’a az duran bir trende üç tane bilet alabildim. Üstelik kendime de indirimli öğrenci bileti…Tabii derste öğrendiklerimin yanında gişedeki robotun düzgün Almanca konuşmasının da bu performansımda katkısı büyük oldu.
Hamburg’a giden ekspresin yolculuğu sekiz saat sürdü. Nürnberg, Kassel, Göttingen, Hannover, Celle gibi kentlerden geçtik. Akşamüstü Hamburg’a vardık. O zamanlar, ağır sanayi ve liman kenti olması nedeniyle Hamburg Münih’e oranla daha zengin bir şehirdi. Zaten o yıllarda Kuzey Almanya Güney’e oranla daha iyi durumdaydı. Güney’in zenginleşmesi, Kuzey’in göreceli olarak fakirleşmesi sanırım 1990’lı yıllardan sonra oldu.
Otel, istasyonun arka kapısından çıkınca, hemen karşı sokakta yürüme mesafesindeydi. Yabancı şehirlerde fazla zorlanmamak için otelleri hep istasyona yakın yerlerde seçmiştik. Bu sayede ben de bu arka sokakta, hayatımda ilk kez sokakta para karşılığı seks satan kadınları görmüş oldum.
Ertesi gün sabah amcam arabasıyla Danimarka’dan bizi almaya geldi. Birlikte Plön’e doğru yola çıktık. Plön Kuzey Almanya’da, Schliesvig Holstein Eyaleti’nde, Lübeck ile Kiel arasında Göller Bölgesi diye anılan bir yerde, Büyük ve Küçük Plön göllerinin hemen yanında, bir tren istasyonu ve civarından oluşan bir köydü.
Herr Stolzenberg’in bana bulduğu kamp ise, İngilizcesi Salvation Army, Almancası Heilsarmee olan bir protestan kilisesi ve yardım kuruluşuna aitti. Çok geniş bir arazisi olan bu kampta, Hamburg ve Berlin’den gelen 8-12 yaş arası erkek çocuklar altı hafta yaz tatili geçiriyor, başta spor olmak üzere değişik aktivitelere yönlendiriliyor, ayrıca kilisenin öğretisiyle, yumuşak bir şekilde indoktrine ediliyorlardı. Benim yaşlarımda iki erkek çocuk daha vardı. Benden biraz büyük olan Ralf ve biraz küçük olan Detlev’le aynı odayı paylaşıyordum.
Çocukların başında, rahibe olduklarını düşündüğüm, ama normal kıyafetler giyen kızlar vardı. 16- 25 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bu kızların başında da Renate adında 40’lı yaşlarında, son derece sert, hiç gülmeyen bir rahibe vardı. Bu yöneticilerin hepsine Tante (teyze) olarak hitap edilirdi.
Çocuklar buraya bir ücret ödemeden geliyorlardı. Tek istisnası bendim. Aynı zamanda tek Hırıstiyan olmayan da bendim tabii. Zannederim hiçbir yabancının olmadığı, sadece Almanların olduğu bu kamp Stolzenberg tarafından, biraz da mekânı ve işletenleri tanıdığından dolayı, özellikle seçilmişti. Ancak hiçbir dini telkin yapılmaması için de hassasiyet gösterilmesi istenmişti. Günde 13 DM gibi, o zaman için önemli bir rakamı da altı hafta boyunca ödemek de bizim yükümlülüğümüzdü.
Sabah erkenden kalkılan bu kampta kahvaltı dahil tüm öğünler topluca yenirdi. Yemeklerde pek zorlanmadım. Sabahları bazen çikolata çorbası verildiğini, çok patates, lahana, pancar yediğimizi, meyve ve sebzenin o günün Almanyasının şartları nedeniyle çok kıt olduğunu hatırlıyorum. Et ile ilgili hafızam tamamen boş. Her öğünden önce topluca tanrıya, bahşettiği yemek için dua edilirdi.
Yemek üstü daha dinsel olan temalara giren dualardan ise muaftım. Odama gitmeme izin verilirdi. Ancak bir gün, Tante Renate hışımla odama girmiş ve herkes içerde dua ederken benim yan gelip yatamayacağımı, kendi dinimde Allah’a dua etmem gerektiği konusunda beni sert bir şekilde uyarmıştı. Hırıstiyan yapamayacağız ama bari ateist, deist vs olmasın diye mi düşünmüştü acaba?
Bu olaydan sonra, ben de herkes yemek salonunda dua ederken odama geçer, iki elimi pencereden görünecek şekilde havaya kaldırıp, dua ediyor görüntüsü vererek, babamın yolladığı gazeteleri masanın üstüne serip okumaya başladım. Dışarıdan bakılınca okuduğum gazete görülmüyordu tabii.
(Devamı haftaya)
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.