Şimdi, akşamın bu her yeri ve her şeyi mavinin tonlarına çevirmeye başladığı saatlerde, Venedik’te şu an sadece San Marco ve civar mahallelerdeki otellerde kalan turistler, gün boyu daracık kanallar arasında turistleri taşıyan gondollar, restoranlarda yemeklerini yiyen müşteriler ve San Marco Meydanı’nda efsane güzellikte müzik yapan müzisyenler kalmıştır. Bir de bu kafelerde oturup tuzlu bir hesap ödemek yerine, müzisyenleri meydanda ayakta dinleyen ya da dans eden romantik çiftler… Brandlifemag.com editörlerinin kaleminden suların içindeki büyülü şehir Venedik.
Venedik, bu bahara kadar beni uzunca bir süre çağırmadı ya da ben çağrısını duymadım. Zaman zaman gözümün önüne, sisli kış sabahlarının birinde suyun üzerinde gri, ipeksi bir pus tabakasının olduğu ve gondolların henüz kanallardaki turistik gezilere başlamadığı saatlerde melankolik bir Venedik fotoğrafı düşerdi.
Venedik, buna benzer bir atmosferi son gün akşam olmak üzereyken, yağan yağmurun ardından yaşattı. Önce bardaktan boşanırcasına bir yağmur, ardından akşamın maviliğine karışmış gri bulutların çekilmesiyle gondolları, meydanları ıslak, son derece kendi gibi olan bir Venedik.
Venedik’in köprüler, kanallar arasında keyifle dolaşan güneşli hallerinin hayalinde yollara düşsem ve mavi gökyüzü ona çok yakışsa da, onun asıl masalsı havasına puslu kış sabahlarında ya da el ayak çekildikten sonra kendi halinde kaldığı gece saatlerinde kavuştuğunu, böylece bir defa daha anlamış oldum.
Venedik’te sanılanın aksine romantizm gondola binince değil, ara sokaklarda kaybolup şehri bağlayan yüzlerce minik köprüden geçerken ve turist grupları gelip, şehrin bitmek bilmeyen dar sokaklarını hıncahınç doldurmadığı sabahın erken saatlerinde, onun sesini dinlerken yaşanıyor. Akşamları ufak kanalların yanındaki restoranlarda akşam yemeği yemek ve ara sokaklardaki turistik ve bu yönüyle biraz bunaltan restoranlardan olabildiğince uzak durmak, romantik bir Venedik için şart.
Havaalanından şehre yaklaşırken ‘vaporetto’nun uğradığı yerleşim merkezleri ve suyun yüksekliğini anlamak için sık aralıklarla dizilmiş tahta direklerin üzerinde oturan martılar, insanı hafif hafif Venedik havasına sokmaya başlıyor; ancak Büyük Kanal’a girip de San Marco Katedrali göz kırpmaya başlayınca, esas Venedik’in büyülü atmosferi sarmalamaya başlıyor sizi.
Meydanın hemen yanındaki iskelede, iner inmez insanı karşılayan havaya asılı kalmış yosun kokusu ve ıslak bir romantizm, bu akşam saatlerindeki Venedik’le ilk randevu için gerçek bir buluşma atmosferi yaratıyor. Zira gündüz saatlerinde kendini pek çok gözün beğenisine sunduğundan, akşamın inmesiyle birlikte doğal halinin güzelliğine dönmeye başlamış. Günün yorgunluğunu atmaya çalıştığı saatlerde, onu ilk gören ve büyülenen gözlere tüm doğallığıyla hazırlıksız yakalanıyor. San Marco Meydanı’nda bavulumu çekerek otelin yolunu tutmuşken, gündüz yoğunluğuna inat kocaman meydan klasik müzik yapan nefis kafelerin önünde dans eden çiftlere kalmış. Gece benim için sabahın merakıyla sona eriyor.
Venedik’in sabah saatlerindeki mahmur hallerini yakalamak ayrı güzel. Meydanları, sokak aralarını binlerce insan doldurdukça, Venedik adeta nefes alamıyor gibi geliyor. Şehri en boğucu yapan da bu dar sokaklar ve onları dolduran kalabalıktan ziyade, tıka basa dolu envai çeşit hediyelik eşya dükkanları ve bu dükkanlardan aceleyle Venedik’i anılarında ölümsüzleştirmeye yarayacak bir Venedik maskesi ya da Murano camı alma derdinde olan binlerce insan. Turistik olduğu göze sokulan restoranların varlığı ise bir diğer büyü bozan.
San Marco’dan uzunca bir yol yürümeyi ve arada sokaklarda kaybolmayı göze alınca, alternatif olarak Yahudi mahallesi Canneregio’nın nispeten daha sakin ve daha az turistik sokaklarından medet umuyorum. Bir süre sonra tekerlekli bavul sesleri doluyor sokağa. Dönüşte tekrar Strada Nuova’yı kat etmek; sokak, kanal ve meydan aralarında yaşanan kafa karışıklığı ve bitmeyen köprüler, öğle sonrası sıcağında pek bir gözde büyüyor. Büyük Kanal’ın en yakın durağından bavul seslerini arkada bırakıp, ‘vaporetta’nın arkasındaki 4 kişilik açık bölüme oturduğumda, San Marco’ya kadar pek çok iskeleye yanaştığı için neredeyse 45 dakika kadar süren ‘vaporetto’ yolculuğu, hem görsel olarak hem de yorgun ayaklarıma iyi geliyor.
Bu arada dünyanın önde gelen mimarlarından Valensiya doğumlu İspanyol Mimar Santiago Calatrava tarafından yapılmış şehrin gotik mimarisinin tersine, modern bir mimari yapıya sahip olan Il Ponte della Costituzione Köprüsü’nün, sağlı sollu galerilerin, müzelerin, kiliselerin, yüzlerindeki derinliği okumaya çalıştığım binaların önünden, San Marco Meydanı’ndaki iskeleye kadar değişen görüntüleri izlediğim bu küçük çaplı Venedik turu, hem zahmetsiz hem de yorgun ayaklarla bir de kaybolup labirent sokaklarda dolaşmamak için birebir.
Bu yoğun güneşli ve kalabalık öğle sonrasında, Büyük Kanal’da yer alan otel vaha gibi geliyor. Otelin kanal tarafında yer alan terasından kürek sallayan gondolculara, gondollara arka arkaya dizilmiş şapkalı turist kafilelerine, terasın demir korkuluğuna konan ve masada prosecco’nun yanında gelen kuruyemişlerde gözü olan martıya, Venedik’te yaşamış tüm ruhlara ve aşklara kadeh kaldırıyorum. Hayatla bir aktığımız sürece her şeyin olması gerektiği gibi ve kadar olduğunu düşünüyorum. Ne bir eksik, ne bir fazla…
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.