Geçen yazımı Greymouth kasabasında yediğim akşam yemeğiyle bitirmiştim. Kaldığım yerden anlatımıma devam ediyorum.
Ertesi sabah Güney Adası’nın kuzeyindeki Nelson’a doğru yola çıktık. Kent, adını Amiral Nelson’dan alıyormuş. Nelson’daki otelde iki gece kalınacaktı ve bu benim için iyi bir haberdi, zira biraz dinlenme fırsatı bulacaktım. Ne de olsa bu tür uzun turlarda her gün yeni bir otele girip bavulu açmak, ertesi sabah yeniden toparlanmak bir zaman sonra epey yorucu olmaya başlıyor.
Yolda ilk durak günün en görülmeye değer yeriydi; ‘Pancake Rocks’. Deniz kenarında, fırtınalı denizin, ilginç katmanları olan kum kayalarını oyması sonucu oluşmuş yârlar, tüneller ve kemerlerden oluşuyordu.
Sonra yola devam ettik. Yol yine zaman zaman Tasman Denizi’nin hemen kenarından geçiyordu. Fırtınalar yolun bazı bölümlerini koparmış, bazı bölümlerinin de altını oymuş olduğundan, tek şeride düşen yolda sık sık durmak, işaret ve işaretçilere dikkat etmek gerekiyordu.
Kuzeye doğru çıkışımız, Westport isimli 6,000 nüfuslu bir kömür kasabasında sona erdi. Buradan kuzeydoğuya yöneldik.
Daha sonra Lewis ırmağı kıyısında yolumuza devam ettik. Artık yağmur kesilmişti. Irmağın karşı kıyısında kömür nakli için kullanılan dekovile benzeyen bir demiryolu vardı. Ray aralıkları daracıktı. Dağların boğazlarından geçebilsin diye dar tutulmuş. Yolun kenarı bu bölgeye özgü Nikau palmiyeleri ile doluydu.
Nehrin kavis çizdiği bir yerde durduk. Dar bir vadide nehir ‘U’ yapıyordu. Büyük bir selde, su bu kavşağı dönemeyip muazzam bir şekilde kabarmış. Oraya yolun kenarına bir direk dikmişler. Tepesi suyun yükseldiği noktayı gösteriyordu. İnanılır gibi değildi. Herhalde akarsu yatağından bir on beş metre daha yüksekteydi.
Daha sonra ticari amaçla dikilmiş ormanların yanından geçtik. Yeni Zelanda’da doğal ormanın flora ve faunasına dokunmuyorlar. Ticari amaçlar için ayrıca orman alanları oluşturuyorlar. Bizdeki gibi “şu kadar ağaç kestik, ama şu kadar katını da diktik” demagojisi burada yok, çünkü doğal ormanla yapay orman ayrı şeyler. Ormanların kenarında bir sıra halinde okaliptus ağaçları vardı. Üzüm bağlarının yanına dikilen güller gibi, bunlar da ormanlar için erken hastalık habercisiymiş.
Bu ülkenin ana gelir kaynakları, süt ve ürünleri, turizm, odun ve yünmüş. Sonra da et, şarap, meyvecilik vs. geliyormuş. Ülkede hiç ağır sanayi yok.
Nelson’un bulunduğu bölgenin adı Marlborough. Yeni Zelanda şarapçılığının merkezi. Beyaz şaraplarıyla ünlü. Ayrıca meyvecilik yapılıyor ve birada kullanılan şerbetçiotu da yetiştiriliyor. Burası aynı zamanda Yeni Zelanda’nın en çok güneş alan bölgesiymiş.
Güney yarım küreye daha önce üç kere daha geçmiş olmama rağmen, güneşin doğduktan sonra, bizdekinin tersine, kuzeyden geçip batıdan battığını tam hissetmemişim. Otobüste giderken gölge taraf önemli olduğundan bu sefer tam bilincine vardım.
Nelson 70-80 bin nüfuslu bir kent ama geniş bir alana yayılıyor. Limanı ve havalimanı var. Otele yerleştikten sonra dışarı çıktım. Bir marketten, tavsiye edildiği üzere, ertesi günkü gezi için bir sandviç, muz ve süt aldım. Yolculuk kentin kuzeyindeki Abel Tasman milli parkına olacaktı.
Bu meyve cennetinde yetişmeyen ürünler de var tabii. Onları da meyve suyu olarak olsun ithal ediyorlar.
Ülkede Türk malı olarak bir de Kale marka vitrifiye malzemeye rastladım.
İzleyen gün, yani 15 Şubat 2018 Perşembe, Abel Tasman Milli Parkı’na gitmek üzere sabah 07:00’de yola çıktık. Kahvaltıda “boysenberry” adı verilen bir meyvenin marmeladını denedim. Sözlük böğürtlen olduğunu iddia ediyor ama değil. İçine zencefil de koymuşlardı. Alışmayı gerektiren bir tadı olduğu sonucuna vardım.
Otelimizin hemen yanındaki kuyumcuya da kısaca değineyim. Bu kuyumcu Yüzüklerin Efendisi filmindeki yüzükleri yaptığından dolayı çok meşhurmuş. Tüm dünyadan müşterisi varmış.
Yeni Zelandalılar pazarlama konusunda çok yetenekli. Kivi, Manuka balı ve Yüzüklerin Efendisi temasına dayanan turizm endüstrisi bunun örnekleri.
Kivi meyvesinin adını bile kivi kuşundan esinlenerek Yeni Zelanda kökenli zannedilsin diye değiştirmişler. Aslında anavatanı doğu Çin’deki Yangsee nehri vadisi.
Bu arada, Kivi bitkisi ile ilgili biraz bilgi de vereyim. Gerçi artık Türkiye’de de yetişiyor ama olsun. Kivi bitkisinin erkeği ve dişisi varmış. Yedi erkek bir dişi şeklinde dikmek gerekirmiş. Dört yılda meyve vermeye başlarmış 35-40 yıl ürün verirmiş. En iyi kalitesi ihraç edilir, soğutuculu gemilerle yollanırmış. Varacağı noktaya yaklaşırken gemi ısıtılırmış. Bu sayede kivilerin limana olgunlaşmış olarak varması sağlanırmış. Bu ülkede yeşil kiviye ek olarak bir de altın renkli kivi var.
Güneş ve sıcağı çok seven kiviyi rüzgardan korumak için etrafına paravan çekmek gerekirmiş. Kivi bitkisini askıya almak, çardak kurmak, güneş ışınlarını daha bol almasına imkan verdiğinden ciddi ürün artışı sağlıyormuş.
Abel Tasman Parkı’nda bir katamarana bindik. Tekneye binerken deniz tutanlara, yanlarına Coca Cola veya zencefil almaları, çay kahve vs içmemeleri önerildi. Hiç duymamıştım.
Sahil boyu ilerledik. Pek çok koyda durduk. Yolda bir adada foklara rastladık. Bazen balina da görünürmüş ama herhalde mevsimi değildi. Tekne yolculuğu iki buçuk saat kadar sürdü. Tonga Quarry adlı bir sahilde indik. “Tonga” Polenezyaca’da güney rüzgarı demekmiş. Buradan iki sırtı aşarak 5.1 km güneydeki Bark Bay’e doğru yürüdük.
Abel Tasman’ın karaya çıkmaya çalıştığı koy işte bu milli parktaymış. Maoriler daha önce de anlattığım gibi karaya çıkmaya çalışan Hollandalılara saldırmış ve ölenleri yemişler. Bu olay üzerine, bu koya ‘Murderer’s Bay’, yani katiller koyu adı verilmiş.
Yürüyüş bir saat on dakika kadar sürdü. Arada değişik kuşlar gördük. “Beech tree” adı verilen gövdesi siyah bir kürk ile kaplı ağaç da ilginçti. Kürkü kendisi üretiyormuş, yani bir yosun filan değil. Çıkardığı şekerli sıvıya da arılar ve karıncalar gelip besleniyormuş.
Balı meşhur olan Manuka bitkisini de bu arada fotoğraflama olanağını buldum.
Bark Bay’e vardığımızda suya girdik. Isısı yazın İstanbul Boğazı’ndaki, ya da Haziran başı Kıbrıs’taki su sıcaklığı gibiydi. Sonra bir gün önce marketten aldığım sandviç ve çikolatamı yedim. Parkta zaten hiçbir şey satılmıyordu. Herkes yanında bir şeyler getirmişti. Sonra da en ufak çöpüne kadar toplayıp yanımıza aldık. Bu da bana maalesef her türlü çöpün yol kenarlarına, hali arazilere, ormanlara ve denize atıldığı Kıbrıs’ı hatırlattı.
Saat 17:00’de tekneyle başladığımız yere döndük. Teknede yanımda iki Kanadalı vardı. İki yıl evvel gemiyle Kuşadası’na uğramışlar ve çok memnun kalmışlar. Daha uzun bir Türkiye turu için benden bilgi aldılar.
Tekneyle geri döndüğümüz yerde sular çekilmişti. Sahile yeterince yanaşılamadığından paçaları sıvayıp suya girerek sahile çıkmak gerekti.
Akşam bir restorana gidip midye ve istiridye yedim. Bir kadeh de yerel Chardonney ısmarladım.
İzleyen gün önce bir şarap tadımı vardı. Sonra feribotla Kuzey Adası’na geçilecekti. Geceyi başkent Wellington’da geçirecektik. Wellington da bir İngiliz amiralin ismi. Feribot geçişi tahminen üç saat sürüyormuş. Cook Boğazı, Tasman Denizi ile Pasifik’in birleştiği bir noktada. Zaman zaman 100 km hızla esen şiddetli fırtınalar olurmuş, ama bugün hava az rüzgarlı dendi. Otobüsümüz Güney Adası’nda kalacak, valizler bir kapalı kamyonetle gemiye yüklenecekmiş.
Nelson’dan çıktık. Doğuya doğru dağlara tırmandık. Dik sırtları olan ve ağaçlandırma yapılan bir bölgeydi. Bu yamaçlara fidanları taşımak çok zor olduğundan, içinde biraz buz olan naylon torbalara kökünü yerleştirerek fidanları helikopterden atıyorlarmış. Daha sonra ormancılar yamaçlara tırmanıp dikim yapıyormuş. Bu yöntemle fidanlar ormancılar gelene kadar beş gün dayanabiliyormuş.
Daha sonra bir düzlüğe indik. Etrafta kilometrelerce uzanan üzüm bağları vardı. Saat 10:30 civarı Wither Hills Winery isimli bir şarap üreticisinde durduk. Biraz Kanada’nın British Columbia Eyalati’ndeki Kelowna ile Arjantin Mendoza arası bir görünümü vardı. Bağlar muazzam büyüklükteydi. Yeni Zelanda’da 4200 hektar bağ varmış. Ancak, şarap kısmen küçük meşe fıçılarda bekletilmekle birlikte, büyük kısmı metal konteynerlerde olgunlaştırılıyormuş. Yani fıçılar şov için. Sonuçta yeni dünya şarap üretimi hep böyle. Avrupa’nın tradisyonları yok. Beyaz şarapları güzel. Alkol oranı %12-12.5. Chardonnay ve Pino Gris (Avrupa’da Pino Grio deniyor) içimi hoş şaraplar. Daha sonra tattığımız Pino Noir ise berbattı. Alkol oranı da %14. Dikkat edip almamak lazım. Üstüne verdikleri gazlı şarap ise Prosecco’ya benzetilmiş, idare eder, ama fazlasıyla tatlıydı. Şarap üretimine 1970’de başlamışlar.
Sonuç olarak, İtalya-Toskana, Arjantin-Mendoza, Kanada-Kelowna, Fransa- Bordeaux ve Türkiye’de şarap tadımı yapmış biri olarak sıralamam şöyle. Bordeaux en iyisi, onu Toskana, biraz geriden Mendoza izliyor. Yeni Zelanda’yı Türkiye ile üçüncü sıraya koyarım. Tabii her konuda olduğu gibi, başarılı tanıtım ile tüm dünyaya şarap satar hale gelmişler. Şarap tadımı yaptığım yerler arasında en başarısızı ise Kanada-British Columbia’daki Kelowna Bölgesi’ydi.
Beyaz şarap üretmek göreceli olarak kolay olduğundan Yeni Zelanda ilk başarıyı orada elde etmiş, ama kırmızı için epey zamana ihtiyaçları var gibi. Küresel ısınma nedeniyle üzümün hızlı olgunlaşması ve şeker oranının artması sonucu şarapta alkol oranının yüksek olması sorununu çözememişler. Şarabın üzümünün değişik bağlardan gelmesi de bence olumsuz bir durum. Şarap tadımı esnasında bardak değiştirmemeleri ayrı bir zafiyet. Bu paragrafı Madam Rothchild’ın hep söylediğim bir cümlesiyle bitireyim; ’Şarap üretimi aslında basit bir iştir. Sadece ilk 200 yılı biraz zordur’
Saat 12:00’de Picton’a vardık. Sempatik bir liman kenti. Sırtını tepelere dayamış, körfezin en kuytu yerinde bir marinası, öbür ucunda da feribotların kalktığı limanı var. Feribotların açık denize yatkın yapılmış olduğu tasarımlarından belli oluyordu. Oldukça da büyük teknelerdi. Kuzey Denizi’nde çalışanlar gibi ama pek kamaraları yok. Buna karşılık çok büyük araç bölümleri var. Biraz o nedenle Ro-Ro gemilerine benziyorlar. Arka kısımları daha fazla araç alabilmesi için uzun tutulmuş. Bazı gemilere trenler de yükleniyormuş. Rehberimiz Yvonne, “ilk bir saat mutlaka en üst güvertede olun, fiyorttan çıkana kadar manzara çok güzel olacak” diye uyardı.
Tam vaktinde kalktık. Rüzgar ve güneşe rağmen üst güverteye çıktım. Şapka ve güneş koruyucu ile tedbirimi aldım. Koskoca gemi, çok virajlı bir yolda gider gibi, doğal bir kanalda bir sağa bir sola manevralar yaparak yola koyuldu. Hava açık ve doğa her iki tarafta da çok güzeldi. Arada sırada midye çiftliklerinin yanından geçtik. Yeni Zelanda’nın yeşil kabuklu midyesi çok tanınmış bir ihraç ürünü. 18 ayda yetişiyormuş. Bizim kendi ülkemizde ve Avrupa’da yetişen midyeden daha büyük olan bu tür tat olarak biraz daha yavan.
Fiyorttan tam bir saat sonra çıktık. Kuzeydoğuya doğru hafif sallanarak yolumuza açık denizde devam ettik. Cook Boğazı 36 km genişliğinde ama fiyordun içerisinde yaptığımız yolculukla birlikte toplam gemi yolculuğu 93 km oldu. Saat 17:00 sıralarında Wellington Limanı’nın girişine vardık.
Wellington’da yaptığım Atatürk Parkı gezimi daha önceki bir yazımda anlatmış olduğumdan burada tekrarlamayacağım. Arzu eden bu duygusal anımı aşağıdaki link’ten okuyabilir. Yazıyı 20 Ağustos 2020’de yayınlamışım. İkinci Anafartalar Muharebesi’nin yıl dönümünde…Bu muharebe ANZAC kuvvetleriyle Mustafa Kemal yönetimindeki Osmanlı ordusunun son karşı karşıya gelişidir. https://haber.aero/aero-gundem/wellingtonda-bir-aksamustu/ Altta gördüğünüz fotoğrafın hikayesi de yine link’te anlatılmıştı.
Yazı dizimin son bölümünü oluşturacak olan Yeni Zelanda’nın Kuzey Adası anılarımı da haftaya paylaşacağım.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.